Satranç - Stefan Zweig

Kitabın Künyesi

Yazarı: Stefan Zweig
Orijinal Adı: Schachnovelle
Çeviren: Ahmet Cemal
Sayfa Sayısı: 83
Tür: Dünya Edebiyatı
Yayınevi: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları
ISBN:
978-605-360-611-6
Baskı Tarihi
: Ocak 2015

Özgün Dili: Almanca
Fikrim: Bu kadar ince olmasına rağmen bu kadar incelikli bir anlatıma sahip olan bu kitabı bence hiç beklemeden okuyun!


Arka Kapak - Tanıtım Yazısı


Stefan Zweig, çok geniş bir psikoloji birikimini eserlerinde bütünüyle kullanmış ender yazarlardandır. Onun dünya edebiyatında bir biyografi yazarı olarak kazandığı haklı ünün temelinde de bu özelliği, yani yazarlığının yanı sıra çok usta bir psikolog olması yatar. Satranç, Zweig'ın psikolojik birikimini bütünüyle devreye soktuğu bir öyküdür ve bu öykünün baş kişileri, tamamen yazarın biyografilerinde ele aldığı kişileri işleyiş biçimiyle sergilenmiştir. 

Zweig ölümünden hemen önce tamamladığı birkaç düzyazı metinden biri olan Satranç'ı kaleme aldığı sırada, karısı Lotte Zweig ile birlikte göç ettiği Brezilya'da yaşamaktaydı. Satranç'ta da, olay yeri olarak New York'dan Buenos Aires'e gitmekte olan bir yolcu gemisini seçmiştir. Bu gemide tamamen rastlantı sonucu karşılaşan üç kişi; yeni dünya satranç şampiyonu Mirko Czentovic, sıradan bir satranç oyuncusu olan anlatıcı ve bir zamanlar çok usta bir satranç oyuncusu olan, ama hayli zamandır satrançtan uzak kalmış bulunan Dr. B., öykünün aktörleridir. 

Eleştiri Yazısı

Vakit darlığından dolayı mecbur kalarak özellikle bu kadar kısa bir kitabı incelemek üzere seçtiğim için açıkçası biraz tedirgindim. Neticede bu inceleme yazısının kalitesi ve uzunluğu, kitabın olay örgüsü ve boyutuyla doğru orantılı. Ancak kitabı bitirip de okurken aldığım notlara baktığımda kitabı biraz fazla hafife aldığımı ve endişelenmekte ne kadar haksız olduğumu gördüm.

Bir kere kitap hiç sıkıcı değil. "Zaten bu kadarcık bir kitap sıkıcı olsa ne olur ki?" diyebilirsiniz. Ama ben sıkıcılığın kitabın sayfa sayısıyla değil, üslubuyla ilgili olduğunu düşünenlerdenim. Bu kanıya da 10 sayfasını bile 1-1,5 saatten aşağı okumadığım ve -aksi gibi- okuduğumdan da hiçbir şey anlamadığım kitaplarla karşılaştıktan sonra vardım.

Kitabın ana hikayesi boyunca New York'tan Buenos Aires'e gitmekte olan bir geminin içindeyiz. Ama bir ara Mirko'nun peşinde bir Slav köyünde, bir ara da Dr. B.'nin peşinde Avusturya'dayız. Mirko Czentovic, ailevi bakımdan trajedi yaşamış ve bir rahip tarafından yetiştirilmiş başarısız, hatta kafasız bir çocuk. Entelektüel açıdan hiçbir vasfı olmayan bu çocuğun, sonradan satranca olan yeteneği bir şekilde keşfediliyor, bu konuda eğitim alması sağlanıyor, bunun neticesinde ise çocuk önce Macaristan, sonra dünya satranç şampiyonu oluyor. Ancak çocuk, birdenbire bu başarıları elde ettiği için aşırı bir kibre kapılmış, açgözlü bir paragöz olup çıkmıştır. Daha doğru düzgün yazı yazmayı dahi bilmeyen Czentovic, "Satrancın Felsefesi" adlı kendi yazmadığı bir kitabın yazarı olarak kullanılmak üzere adını bile satmıştır. Zaten o an gemide bulunma sebebi de yeni zaferler ve elbette yeni kazançlar için Arjantin'e gidiyor olmasıdır. Kısacası; kitaptaki tam tabirle söylemek gerekirse Czentovic, insan değil, adeta bir "satranç robotu"dur.

Ancak, kim ne derse desin, bana göre kitaptaki ana karakter ne Czentovic, ne anlatıcı, ne de başka biridir; ana karakter tartışmasız şekilde Dr. B.'dir. Nitekim kitabın 77 sayfalık öykü bölümünün yaklaşık olarak 35 sayfasında Dr. B.'nin geçmişi anlatılıyor. İşte kitabın tarihsel arka planını da bu bölümde görüyoruz: Naziler, Gestapolar, Sorgulamalar... Aslında bir avukat olan karakter, tutuklanarak içinde vakit geçirilecek hiçbir şey bulunmayan bir otel odasına konuluyor. Yapacak hiçbir şey olmadığı gibi bakacak, okuyacak da hiçbir şey yok burada. (Kitapta adı anılan "Hotel Metropole" gerçek bir yer adıdır ve zamanında Viyana'da Gestapo karargahı olarak kullanılmıştır.) Saf bir hiçliğin ortasında buluyor Dr. B. kendini. Karakterin kendi deyimiyle "bir insanın bir başka insanla insanca konuşması"na hasret geçecek olan ayları başlıyor böylece.

Bir müddet sonra Dr. B.'nin sorgulanmayı beklerken bir paltodan kitap çalması olayı, hiçliğin ortasındaki bir tutuklunun kitaba yüklediği anlamı gözler önüne seriyor. Ben de bazen benzer şeyleri düşünürüm açıkçası. Tabi benim düşüncelerime konu olan durum esir alınmak ya da tutuklanmak değil, belki daha klişe ama daha fantastik bir durum olan ıssız adaya düşmek! Bu durumda yanıma alacağım üç şeyden birinin mutlaka kalın bir kitap olacağına dair kararımı uzun yıllar önce vermiştim. Okumak ve gerekirse de ezberlemek için! Başka bir dünyanın var olduğuna dair üzerinde düşünülebilecek bir şeyin olması için! Zaten bu kitabın 47. sayfasında da kitap okumak için "yalnızken asla yalnız olmamak" diye söz edilmiyor mu? Dr. B.'nin çaldığı kitabı hemen okuyarak bitirmek istememesi, hatta kitabın ne olduğuna bile bakmayıp önce hakkında hayallere dalması onun o susamışlığını çok açık bir şekilde aktarıyor. Kitaba bakınca bir satranç kitabıyla karşılaşıp hayal kırıklığına uğrasa da o yoksunlukta yine sımsıkı sarılıyor ve ezberleyene dek okuyor kitabı.

Ancak artık her hamlesini ezbere bildiği oyunları tekrar tekrar kafasında canlandırmak yetmiyor ona ve imkansızlığını "insanın kendi gölgesinden atlaması" ile eşdeğer gördüğü bir işe kalkışıyor: "Kendi kendine satranç oynamak"! Daha doğrusu kendine karşı satranç oynamak. Aslına bakılırsa aklını kaçırmak pahasına bunu başardığını söyleyebiliriz. Biri diğerinin hasmı olan iki benlik yaratıyor içinde: Siyah Ben ve Beyaz Ben. Bu iki karakter bir saplantıya, psikolojik bir bozukluğa sevk ediyor onu. En sonunda birbirine düşman olan iki karakteri içinde barındıran Dr. B. sinir krizi geçiriyor.

Kitabı Almanca aslından çeviren Ahmet Cemal'in son söz mahiyetindeki ("Satranç" Üzerine) başlıklı yazısından alıntı olan şu paragraf durumu özetliyor: "Bu noktadan öykünün şaşırtıcı sonuna kadarki süreç, aynı zamanda faşizmin insan ruhu üzerindeki baskısının ne korkunç sonuçlar verebileceğinin ve bireyin böyle bir baskı altında ne ölçüde parçalanabileceğinin anlatımını içerir. Dr. B., geçmişindeki bu korkunç dönemden ötürü 'kurtuluşundan' sonraki yaşamında, zaman zaman akıllı mı, yoksa deli mi olduğunu tam bir kesinlikle söyleyemediği bir konuma gelmiştir."

Yine aynı yazıda bahsedilen Jean Améry'nin "entelektüel ölüm" tabiri ise bu kitapta tam karşılığını bulmuş durumda. Örneğin, Dr. B.'nin sayfa 41'de "otel odasında bir başına yaşadığı düşünce işkencesinin toplama kampında elleri kanayana, ayakları donana kadar taş taşımaktan daha kötü olduğunu" söylemesi tam bir "entelektüel ölüm" uygulandığının kanıtı değil de nedir? Hiçliğin ortasında, düşüncelerini boğulana kadar yutup sonunda onları kusmaktan başka çare bulamayarak her şeyi, istedikleri her şeyi söyleyene, kanıtları ve insanları teslim edene kadar tutmayı amaçladıkları bu otel odasında yaşadığı dört ay hakkında Dr. B.'nin şu satırlarını bir okuyun: "Şimdi, evet -dört ay, yani yazılması çok kolay, yalnızca harflerle, o kadar! Ve dile getirilmesi de kolay: dört ay -iki hece. Dudaklar, saniyenin dörtte biri kadar bir zamanda bunu hemen seslendirebilir: dört ay! Fakat öte yandan kimse, belli bir zamanın mekânsızlıkta, zamansızlık içerisinde ne kadar sürdüğünü anlatamaz, ölçemez, somutlaştıramaz, ne bir başkası için ne de kendi kendisi için ve insan hiç kimseye bu çepeçevre ve sürekli hiçliğin, bu hep masanın ve yatağın ve lavabonun ve duvar kağıdının ve hep suskunluğun, karşısındakinin yüzüne bakmaksızın yemeği içeriye iten hep aynı nöbetçinin, hiçlik içerisinde aynı noktanın çevresinde insanı çıldırtıncaya kadar dolanan hep aynı düşüncelerin bir insanı nasıl yiyip bitirdiğini ve yıkıma sürüklediğini anlatamaz."

Kitapta dikkat çeken bir diğer nokta da satranç şampiyonu Czentovic ile Dr. B. arasında vurgulanan derin farktır. Öyle ki şampiyon, satranç tahtası olmadan oyun oynayamaz. Ne kadar uğraşırlarsa uğraşsınlar Czentovic'e, hayalinde yani bakmadan (teknik terimle "körlemesine") oynamayı öğretememişlerdir. Dr. B. ise maruz kaldığı koşullardan dolayı eli hiç tahtaya, taşa değmeden hep hayalinde, hep ezbere oynamaya alışmıştır. Hatta hayalinde oynadığı oyunla yıllar sonra gemide taşlarla oynandığını gördüğü oyunun aynı oyun olduğunu anlaması bile zaman almıştır. İlginçtir ki kitapta iki karakter arasındaki derin farkı anlatmak için verilen örnek de aynı "nota" örneğidir! Sayfa 7'de Czentovic için "sanki müzisyenler arasında olağanüstü bir virtüöz veya orkestra şefi, önünde nota bulunmaksızın çalamamış ya da yönetememiş gibi" denildiği belirtilirken; Dr. B.'nin ise sadece kitaptaki formülleri okuyarak taşların konumunu kafasında canlandırabildiği söylenmiş ve bu durum sayfa 50'de kendi ağzından "tıpkı deneyimli bir müzisyenin bütün sesleri ve bunların birlikteliğini duyabilmesi için sadece notalara bakmasının yeterli olması gibi" şeklinde ifade edilmiştir. Kitabın sonundaki karşılaşmada; birinin gözlerini ayırmadan sıkıca satranç tahtasına bakması, diğerinin ise kafasında planlayarak sadece hamlesini yapmak üzere bir dakikalığına tahtaya bakması da yine aralarındaki derin farkın göstergesi.

Kitabın içindeki ilginç atıflardan biri de sayfa 64'te Dr. B. tarafından yapılan şu yorumdan çıkmaktadır: "...; satranç tahtasının üstünde bu figürleri oraya buraya götürüşümün düşünce düzeyimdeki düşsel oyunla temelde aynı olması karşısında duyduğum şaşkınlık, belki kağıt üzerinde en karmaşık yöntemleri kullanarak yeni bir gezegenin varlığı sonucunu çıkaran ve daha sonra o gezegeni gökyüzünde beyaz, parlak ve somut bir yıldız olarak gören bir astronomun şaşkınlığıyla aynıydı." Buradaki cümle, zamanımızdan yüz elli yıl kadar önce, gerçekten de kağıt üstünde Neptün gezegenini bulan matematikçi Urbain Le Verrier'e bir atıf olarak anlaşılabilir.

Kitabın devamında, özellikle son kısımda Czentovic, hem okur için hem de diğer karakterler için sinir bozucu birine dönüşüyor. Oyunda rakibinin sabrını sınarcasına beklemesi ve onu psikolojik olarak yıldırmaya çalışması onun tek oyun stili. Zaten kitabın en başında onun, her biri entelektüel yetenek, imgelem gücü ve soğukkanlılık bakımından çok üstün nice şampiyonları da böyle yendiğine değinilmişti. Czentovic, Dr. B. ile oynadığı ilk oyunda yenileceğini anlayınca taşları devirip yeni bir oyun teklif eder. İkinci oyunda ise kasten bekleye bekleye oynar, Dr. B. ise bu arada beklemekten sıkılıp tecrit günlerindeki gibi hayali bir oyuna dalar ve kendinden geçerek hayalindeki oyunda yapacağı bir hamleyi önündeki tahtada yapınca şampiyonun alaylarına maruz kalır. Tam bir kibir küpü olan Czentovic, ilk oyundaki yenilgisini unutup büyüklük taslamaya başlar.

Dikkat edilirse, son tahlilde entelektüel açıdan vasıfsız biri oyunu kazanmaktadır. Kaybeden ise "entelektüel ölüm"e tabi tutulmuş biridir. Aslında Zweig, son yazdığı öykülerden biri olan Satranç'ta bu dünyaya dair derin karamsarlığının ipuçlarını veriyor. Bilindiği üzere yazar, ülkesinin, hatta neredeyse bütün Avrupa'nın Nazi işgalinde olduğu 1942 yılında, ruhunu kaplayan umutsuzluğa daha fazla dayanamayarak hayatına son vermiştir.

Hiç kuşkusuz, kitaptaki anlatıcı karakterin yorumları yazarın psikoloji birikimini yansıtıyor. Ahmet Cemal'in yazısında bu konuda da çok yerinde tespitler var. Bu tespitlerin satır başları şöyle: "Stefan Zweig, çok geniş bir psikoloji birikimini uğraşında bütünüyle kullanmış ender yazarlardandır. ... Satranç, Zweig'ın biraz önce sözünü ettiğimiz psikolojik birikimini bütünüyle devreye soktuğu bir öyküdür ve bu öykünün baş kişileri, tamamen yazarın biyografilerinde ele aldığı kişileri işleyiş biçimiyle sergilenmiştir." Örneğin; anlatıcı, Czentovic'le oynadıkları satrançta şampiyonun hamle yapmak için oturup düşünmeye bile tenezzül etmemesini onun insanlara tepeden bakan kişiliğiyle açıklıyor. Ancak Dr. B.'nin yardımıyla daha stratejik hamleler yaptıklarında ise Czentovic, şaşırıyor ve oturup düşünme ihtiyacı duyuyor. İşte bu durumsa anlatıcıya göre kazandıkları bir psikolojik zafer!

Son olarak, çeviri konusunda "... değil, fakat ..." üslubundan rahatsız oldum açıkçası. Başta bu acaba yazarın tercihi mi diye düşündüm ancak çevirmenin son söz yazısında da aynı tip cümlelerle karşılaşınca çeviriden kaynaklandığının farkına vardım. Kitabı bu çeviriden okuyanlar anlayacak ve hak verecektir ki bu tarz cümle yapılarında kullanılmış olan 'fakat' bağlacı cümlenin doğallığını bozmuş. Günlük hayatta genellikle "öyle değil, böyle" deriz, araya bağlaç sıkıştırmayız. Zaten kullanılan bağlaç cümlenin anlaşılmasına katkı sağlamıyor, aksine metnin akışını bozuyor. Bunun haricinde, Ahmet Cemal'in Almanca tercüme konusundaki yetkinliği tartışma götürmez olduğundan dilimize onun yaptığı tercümeler elbette ki tercihe şayandır.

Bu kitabın da dahil olduğu "Modern Klasikler Dizisi" için yaptırılan kapak tasarımlarına da hayran olduğumu belirtmeliyim. Burada da yine o imgelerin kullanımı son derece usta işi. Bu konuda yayınevini tebrik etmeden geçmek büyük haksızlık olurdu.

Tamamı satranç üzerine kurulu olan, içinde Sicilya Açılışı gibi pek çok satranç terimine yer veren bu kitap hakkındaki yazımın kapanışını sayfa 12'den nefis bir satranç oyunu tarifiyle yapmak istedim:
"...; satranç, insanoğlunun icat ettiği öteki bütün oyunlar arasında kendini bağımsızca rastlantının her türlü tiranlığının dışında tutan ve zafer taçlarını yalnızca tine ya da daha doğru bir deyişle, tinsel yeteneğin belli bir türüne sunan tek oyundu. Fakat insan daha satrancı bir oyun diye adlandırmakla, kendini hakaret etmek anlamı taşıyan bir küçümsemenin vebali altına sokmuş olmuyor muydu? Aslında satranç da bir bilimdi, bir sanattı, Hz. Muhammet'in gökyüzü ile yeryüzü arasındaki boşlukta bulunan tabutu gibi, bu kategoriler arasında boşlukta dolanmaktaydı, karşıtlıklardan oluşma bütün çiftlerin bir defaya özgü birleşmesiydi; sonsuz eski ama buna rağmen sonrasız yeniydi, kuruluşu bağlamında mekanikti, ama yalnızca imgelem gücü aracılığıyla etkinlik kazanabiliyordu, geometrik açıdan kaskatı bir uzamla sınırlıydı ve bu arada kombinasyonları bağlamında sınırsızdı, kendini sürekli geliştiriyordu, ama durağandı, hiçbir yere götürmeyen bir düşünme eylemiydi, hiçbir şey hesaplamayan bir matematikti, eserleri bulunmayan bir sanattı, özden yoksun bir mimariydi, fakat öte yandan, kanıtlanmış olduğu üzere, varlığı ve oluşu açısından bütün kitaplardan ve eserlerden daha kalıcıydı, bütün halklara ve zamanlara ait bulunan, can sıkıntısını öldürmek, duyuları bilemek, ruhu gergin tutmak için dünyaya hangi tanrının getirdiği kimsece bilinmeyen tek oyundu."

NOT: Benim de ilgiyle takip ettiğim Barış Özcan'ın Youtube kanalındaki OKU serisinin bir bölümüne bu kitap konu edilmişti, izlemek için buraya tıklayabilirsiniz.

Kırmızı Pazartesi - Gabriel García Márquez

Kitabın Künyesi

Yazarı: Gabriel García Márquez
Orijinal Adı: Crónica de una muerte anunciada
Çeviren: İnci Kut
Sayfa Sayısı: 107
Tür: Dünya Edebiyatı
Yayınevi: Can Yayınları
ISBN:
978-975-07-2157-1
Baskı Tarihi
: Nisan 2015

Özgün Dili: İspanyolca
Fikrim: Yıllar önce işlenmiş bir cinayeti, kendi kültürel altyapısı içinde anlatan 
bu kısa kitap sıkılmadan okunabilir. Çıkış noktası, yazarın tanıklık ettiği gerçek bir hikaye olduğu için anıları sevenlerin de hoşuna gidecektir.

Arka Kapak - Tanıtım Yazısı


Kolombiyalı büyük yazar Gabriel García Márquez'in 1981'de yayımlanan yedinci romanı Kırmızı Pazartesi, işleneceğini herkesin bildiği ancak engel olmak için kimsenin bir şey yapmadığı bir cinayetin öyküsü. Hem Kolombiya'da hem de dünyanın dört bir yanındaki pek çok ülkede sarsıcı etkileri olmuş bir roman. Usta yazar, çocukluğunu geçirdiği kasabada yıllar önce yaşanmış bir cinayet olayını kendi sözcükleriyle, kendi eşsiz anlatımıyla aktarıyor. Romanın kahramanı Santiago Nasar'ın öldürüleceği daha ilk satırlardan belli, ancak sonun baştan belli olması, kitaba sürükleyiciliğinden bir şey kaybettirmiyor.

Kırmızı Pazartesi, yalnızca bir cinayetin arka planını değil, bir halkın ortak davranış biçimlerinin portresini de çiziyor. Böylece, sonuna dek ilgiyle okuyacağınız bu kısa ve ölümsüz roman, bir toplumsal ruhçözümlemesi niteliğini de kazanmış oluyor.
 
Eleştiri Yazısı

"İŞLENECEĞİNİ HERKESİN BİLDİĞİ BİR CİNAYETİN ÖYKÜSÜ"


Bu kitabı kısaca özetlemek gerekirse söylenecek şey tam da bu olurdu. Ancak kitabın özeti desek bile bu tanım romanın sonunu değil; daha ilk satırda söylenen bir gerçeği, bir adamın cinayete kurban gideceği gerçeğini yüzümüze çarpıyor. Aslında yukarıdaki tamlama kitabın orijinal adının dilimize bir tercümesi. Bu dururken "Kırmızı Pazartesi" şeklinde bir başlık son derece gereksiz kalıyor çünkü kitapta anlatılan ana olay okura bir sürpriz değil, sürpriz olmadığı için orijinal başlık olarak da açıklayıcı bir isim seçilmiş. Bizde neden bu kadar yanlış ve kitapla alakasız bir ad seçildiğine anlam veremedim. Oysaki kitabın diğer yabancı dillere çevirilerinde de asıl isme bir şekilde sadık kalındığını görüyoruz: örneğin, İngilizce çevirisi "Chronicle of a Death Foretold" gibi.

Kitabın ilk bölümünden itibaren bir karakter bombardımanına uğruyorsunuz. En başta, özellikle anlatıcı ile öldürülen adam birbirine girebiliyor. Kitap boyunca çok fazla karakter var. Bu nedenle de kitabın sonuna gelseniz bile karakter isimlerini karıştırabiliyorsunuz. Bunun bir sebebinin, zaten kısa olan kitabın, karakterlerin derinlemesine tanıtılmasına izin vermemesi olduğunu düşünüyorum. Bir diğer sebebi de Latin Amerika isimlerine çok fazla alışık olmamamız ve kitap boyunca herkesin sürekli ad-soyad şeklinde anılması olabilir.

Anılarında kalan eski bir hikayeyi öyküleştirmek isteyen yazar, olayın tanıklarıyla yıllar sonra tek tek görüşmüş. Olaydan yıllar sonra alınmış bu ifadeler sayesinde eksik parçalar tamamlanmış. Hatta bazı yerlerde doğrudan röportaj gibi cümleler var kitapta. Ancak üzerinden uzun yıllar geçtiği için bazı tanıklar detayları unutmuş, bazıları ölmüş, bazılarından haber alınamamış, bazılarına da yazar ulaşamamış. Hatta Angela Vicario'nun annesi yazarla bu konuyu kesinlikle konuşmak istememiş. Bu kadar önemli bir kişi konuşmadığı için, kitapta onunla ilgili bölümlerde yazar kendi hatıralarından yararlanmak zorunda kalmış. Dolayısıyla bütün bilgilere ulaşılamadığı için bazı parçalarda eksiklik seziliyor. Olayın her ayrıntısına hâkim bir bakış açısı yok kitapta. Yazarın kendi yaşadığı bir olay olduğu için onun gözünden görüyoruz olayları. Tanıkların ve olayı yaşayanların anlattıkları kadarını bilebiliyoruz ancak.

Kitap bir namus cinayetini anlatıyor. Ancak son bölümde, öldürülen kişi olan Santiago Nasar'ın bu olayda tamamen masum olabileceğini de öğreniyoruz. Gerçekleri Angela Vicario'dan başka bilen kimse olmamasına rağmen birtakım delillere dayanılarak onun suçlu olamayacağı ima ediliyor. Örneğin ikisi daha önce hiç birlikte görülmemişler; bununla beraber Santiago'nun kendini beğenmiş ve zampara kişiliği nedeniyle o kıza ilgi duyabileceği düşüncesi de çok mantıksız geliyor yazara. Hatta yaşadıkları kasabada bile uzunca bir süre Angela'nın başka birini korumak için, ağabeylerinin dokunmaya cesaret edemeyeceklerini düşündüğü Santiago Nasar'ın adını verdiği konuşuluyor. İşte kitapta tam da bunların anlatıldığı 90. sayfada yazar, sorgu yargıcının kaleminden romandaki şu meşhur sözü verir: "Bana bir önyargı verin, dünyayı yerinden oynatayım."

Kitabın en başında; her işi iyi yapan, her şeyden anlayan zengin adam Bayardo San Román, evlenmek için Angela Vicario'yu seçtiğinde, kızın ailesi başta olmak üzere herkes mutlu olmuştu ancak bu evlilikle başlayan olaylar silsilesinin, yıllar sonra facia ya da felaket diye anılacağını tahmin edemezlerdi elbette. Kızını "Aşk da öğrenilir." diyerek susturan anne, yıllar sonra bu olayla ilgili tek kelime edemez hale geleceğini bilebilir miydi? Bilse aynı cümleyi kurmaya cesaret edebilir miydi?

Düğünün anlatıldığı bölümler farklı bir kültüre dair ipuçları veriyor. Düğün evine gelenlerin üstüne pirinç taneleri atılması beni çok şaşırtan bir detaydı kitapta. Bunun yanında gelinlerin taktığı, kitapta "saflığın simgesi" olarak anılan portakal çiçekleri bizim kültürümüzdeki kırmızı kuşakla büyük benzerlik gösteriyor. Kasabaya belli tarihlerde bir gemiyle gelen piskopos toprağa ayak basmak için gemiden inmediği halde insanlar onun duasından yararlanmak istiyorlar ve evdeki hastalarını dışarı çıkarıyorlar, yatalak hastalarını kapı eşiklerine yatırıyorlar. Piskopos için yapılan hazırlıklar da çok ilginç. Örneğin piskoposa, çok sevdiği horoz ibiği çorbasını yapabilsin diye onlarca horoz hediye ediyorlar. Bu bahsedilen geleneklere benzer şekilde verilen birçok detay okura toplumbilimsel katkılar yapıyor.

Bunlara ek olarak sosyolojik ve psikolojik tespitler var kitapta. Örneğin; cinayet işleyecek ikizlerden biri olan Pablo Vicario'nun nişanlısı Prudencia Cotes, bu namus cinayetini bir erkeklik meselesi olarak görüyor ve görevini yapamazsa Pablo ile evlenmeyeceğini söylüyor. İkizlerin üstündeki baskı öyle bir seviyede ki mahkemede bu cinayeti aynı nedenlerle bin kez de olsa yeniden işleyeceklerini beyan ediyorlar. Sosyal baskı ikizlerin üzerine adeta korkunç bir yük olarak çöküyor. Belki de birini öldüreceklerini herkese duyurmalarının sebebi budur. Çünkü okur olarak bizler anlatımdan ikna oluyoruz ki ikizler aslında bu cinayeti işlemek istemiyorlar; birisi engel olsun diye uğraşıyorlar; geciktirdikçe geciktiriyorlar yapacakları işi. Ama hiç kimse engel olmayınca ve yetkililer dahi sorumsuzca davranınca çaresiz cinayet işlemeye mecbur kalıyorlar. Gelinen noktada "Bu cinayetin asıl sorumlusu kim?" sorusu gelip kafamıza dank ediyor. Sadece ikizleri suçlayan bir cevap verebilir miyiz bu soruya? Elinden çokçası geldiği halde hiçbir şey yapmamayı tercih eden insanlar çok mu masum peki? Bana göre yazar, toplumun kendisinin oluşturduğu namus kavramı nedeniyle -belki- masum bir insanın katledildiği bu cinayet için toplumun bütününü itham etmiş. Bir anlamda, cinayetten sonra her yerin Santiago Nasar kokması, hatta bu kokunun ikizlerin atıldıkları zindana bile geliyor olması da yine işin psikolojik boyutuyla ilgili bence. Katiller dahil olmak üzere herkeste derinden hissedilen bu suçun bir dışavurumu.

Tüm ayrıntılarıyla apaçık ortada duran bir cinayete nasıl olur da hiç kimse engel olamaz? Kasabada genel bir umursamazlıktan söz etsek de orada yaşayan herkesin bu cinayete kayıtsız kaldığını söyleyemeyiz. Engel olmak için çabalayan insanlar da var. Kitabın ilk bölümünde 20. sayfada bahsedilen ihbar mektubu ilginç bir şekilde hiç kimsenin eline geçmiyor. Son bölümde 103. sayfada bu mektubu gördüğünden özellikle bahsedilen Santiago Nasar'ın annesi Plácida Linero, buna aldırmayarak koşuyor ve evin kapısını kapatıp sürgülüyor. Çünkü oğlunu evde sanıyor, kapıyı kapatırsa katletmeye gelenlerden onu kurtarabileceğini düşünüyor. İşte bu yüzden, eve girmesine sadece birkaç saniye kala kapanan evinin kapısı önünde öldürülüyor Santiago Nasar. Bütün bunlar ister istemez bir "Kader mi, talihsizlik mi?" sorgulamasına yol açacak olaylar bana göre. Zirâ 71. sayfada yazarın ağzından da şunu duyuyoruz: "Santiago Nasar'ın kaderinin acımasızlığını düşünüyordum: 20 yıllık mutlu yaşamını yalnızca canını alarak sona erdirmekle kalmamış, aynı zamanda bedenini paramparça ederek ortalığa dağıtıp yok etmişti." 

Olayla ilgili ayrıntılara ulaşmak için dava dosyasını bulmaya uğraşan yazar, berbat bir arşivleme nedeniyle raporun yalnızca bir kısmına ulaşabiliyor. Bu dosyadan yararlanarak yazdığı bazı bölümler gerçek bir otopsi raporu gibi son derece ayrıntılı tasvirlere sahip. Cesedi sorgu yargıcı gelene kadar bile muhafaza edememenin korkunçluğuyla ürperiyorsunuz. Kitabın sonunda cinayet ânının anlatıldığı kısımda da aynı hisse kapılıyorsunuz. İkizlerin adam çabuk ölsün diye uğraşıp telaştan daha da başarısız olmaları ve sonuç olarak işkencevâri bir cinayet işlemeleri fazlaca detaylandırılmış. Öyle ki 'adamın karnına yediği bıçak darbesiyle bağırsaklarının dışarı fırlaması' gibi vahşi anlatımlar mevcut bu bölümde. Sonrasında ise Santiago Nasar'ın kendi bağırsakları elinde yürürken yazarın halasına rastlayıp ona "Beni öldürdüler, Wene Hala" demesi de korkunç olduğu kadar kitap için etkileyici bir son olmuş.

Kitabın kapağında hemen bir tavşan göze çarpıyor. Daha ilk bölümde 16. sayfada evin aşçısının, köpekleri, daha dumanı tüten tavşan işkembesi ve bağırsaklarıyla beslediğini gören Santiago Nasar, dehşete kapılarak aşçıya "Bu kadar acımasız olma. Onu bir insan olarak düşünsene." der. Görüntüden bile o kadar ürperen adamın iç organları ortalığa saçılarak öldüğü dikkate alındığında kapakta bıçaklarıyla duran ikizlerin yanındaki tavşan, Santiago Nasar'ı simgeliyor olmalı!

Doktor gelene kadar cesedin muhafaza edilemeyeceği anlaşılınca kasabanın rahibi otopsiyi gerçekleştirmekle görevlendiriliyor. Rahibin yazdığı raporu okuyan doktorun, 70. sayfanın ilk paragrafında yaptığı "Bu kadar ahmak olmak için ancak papaz olmak gerekir." yorumu alttan alta bir din-bilim çatışmasını akla getiriyor.

Kitabın son bölümünde özellikle olayın toplum hafızasında edindiği yere ve belki daha da önemlisi toplumun fertlerinin hayatına birebir etkisine değinilmiş. Facianın akabinde ailesiyle uzak bir kasabaya taşınan Angela Vicario'yu yazarın, yirmi üç yıl sonra saçlarına sarımtrak aklar düşmüş halde dikiş dikerken görmesi çok dramatik. Yeni çiftin yaşaması için alınan ev ve arabanın facia sonrası terk edilmesi, sonra da çürüyüp dökülmesinin anlatıldığı bölümler de öyle.

Başka bir ülkenin yargılama metodu ve hukukî süreci hakkında az da olsa bilgi almak benim ayrıca işime yaradı. Özellikle sorgu yargıcı, onun hazırladığı rapor ve diğer yargısal terimleri öğrenmek ilginçti. Çünkü bizim şu anki ceza yargılama usûlümüzde sorgu hâkimi ya da daha eski ismiyle müstantik adıyla bir görevli bulunmamakta. Aynı zamanda çok daha önemli bir şey öğretti bu kitap bana. Okurken 73. sayfaya geldiğimde "Türk" kelimesine rastlayarak şaşırdım. Hemen sayfanın altında, "Güney Amerika ülkelerinde Ortadoğu'dan göçen Arap kökenlilere Türk gözüyle bakılır." yazan çok üzücü bir çevirmen notuyla karşılaştım. Babası Arap kökenli olan Santiago Nasar öldürülünce civarda yaşayan Araplar, öç almak için katil ikizleri kovalamaya başlıyor. Bu durum peşpeşe önyargıları beraberinde getiriyor. Tutuklanan ikizler, ağır bir ishale yakalandıkları için Araplar tarafından zehirlendiklerini düşünüyorlar. İkizlerin dışındakiler, daha da vahşi bir olasılığı; Arapların geceyi bekleyerek tepe penceresinden içeri benzin döküp ikizleri diri diri yakacaklarını varsayıyorlar.

Kitabın başka bir yerinde ise Santiago Nasar'ın ahlaksızlığı nedeniyle utanç duyması gerektiği ve onu öldürmeye gelenlerden kaçması gerektiği düşünülüyor. Adamın düğünden sonraki sabah yaşanan olaydan habersiz olduğu ve hakkındaki cinayet planlarını bilmediği hiç hesaba katılmadan, hakkında "Buradaki bütün Türkler gibi parasının kendisine dokunulmazlık kazandırdığını sanıyordu." yorumu yapılıyor. Görüldüğü üzere "Türk" kelimesi ne yazık ki yüzyıllardır üstlendiğimiz "Ortadoğulu" imajı yüzünden dünyanın her yerinde kötü bir çağrışıma sahip. Bu kitap bu gerçeği hiç tahmin etmediğim bir biçimde yüzüme çarpınca rahatsız olduğumu açıkça itiraf etmeliyim.

Kitap, Can Yayınları'nın alışıldık beyaz kapaklarının yerini alan yeni tasarımlardan birine sahip. İlk başta yayınevinin bu kararı okurlar tarafından yadırgansa bile daha fazla emek verildiği belli olan yeni kapakların göze çok hoş geldiği muhakkak. Ancak eski tasarım baskıların bazılarında, bu yazının ilk paragrafında bahsettiğim orijinal ismin çevirisi, kapaktaki "Kırmızı Pazartesi" yazısının hemen altında yer almaktaydı. Şimdi ise kitabın iç sayfalarında ancak kendine yer bulabilmiş olması eleştirilecek bir noktadır bana göre. Bunun haricinde kapağıyla aynı tasarıma sahip bir ayraç da çıkıyor kitabın içinden. Ben kitaplara özel basılan bu tarz ayraçlardan özellikle hoşlanıyorum. Keşke tüm kitapların içinden böyle özel ayraçlar çıksa...

Kendi geliştirdiği "Büyülü Gerçekçi" tarzıyla aynı anda hem fantastik hem gerçekçi unsurları eserlerinde kullanan yazar, 1982 yılında Nobel Edebiyat Ödülü'ne layık görülmüştür. Can Yayınları da bu vesileyle yazarın tüm yeni baskı kitap kapaklarında sol üst köşede "1982 Nobel Edebiyat Ödülü" yazan bir damga kullanmış.

Ben bu yazıyı kitabın en başında yer alan bir cümleyle bitirmek istiyorum. Kitabı açtığımızda Portekizli oyun yazarı ve şair Gil Vicente'nin oyunlarının birinden, okuyanı düşünmeye sevk eden bir alıntı karşılıyor bizi. Diyor ki:

"Aşk avına çıkmak, şahinle avlanmak gibidir."

Not: Yukarıda romanın nasıl bir sosyal ortamda geçtiğine biraz değinmeye çalıştım. Ancak o toplumun sosyo-kültürel açıdan ayrıntılı bir incelemesini buradan okuyabilirsiniz.

Bu Roman O Kız Okusun Diye Yazıldı - Enver Aysever

Kitabın Künyesi

Yazarı: Enver Aysever
Sayfa Sayısı: 296
Tür: Türk Edebiyatı
Yayınevi: Doğan Kitap
ISBN: 978-605-09-2241-7
Baskı Tarihi:
 Kasım 2014

Özgün Dili: Türkçe
Fikrim: "Satır araları birtakım güzel tespitler içerse de yoğun tesadüfler ve gereksiz duygusallık gibi klasik bir melodramın karakteristik özelliklerini taşıyan kitap okuru aşırı derecede sıkıyor."


Arka Kapak - Tanıtım Yazısı

İstanbullu bir aşk bizim yaşadığımız
Bal renkli gözlü, rüzgârla gelen kız
Pardösüm uçurtma olmuş, ayaklarımı yerden keser
İlk şiirler söylenmeden içimde büyür keder.

Dans eden hayaline bakıyorum penceremde
Yıldızlara bulandım, yaralı sözler bu gece
Ses vermek için sana çırpınır bir haldeyim
Nefesim tükendi artık, aşk için acemiyim.

Ayrılık sözleri yakışmaz İstanbullu aşka
Seni bana getirdi dizelerle Cemal Süreya
Bu mektup o kız okusun diye yazıldı
Bu şarkı o kız söylesin diye yapıldı.

Eleştiri Yazısı

"Şiirin, edebiyatın izinden giderek özgürce haykırmak için umutla. 25/Nisan/2015" 

İzmir Kitap Fuarı'nda kitabı adıma imzalarken işte bu notu düştü Enver Aysever. İçinde bolca Cemal Süreya şiiri bulunan kitaba yazılacak uygun bir cümle elbette.

Kitaba yağmurlu bir günde başladım ve tesadüfen kitabın ilk bölümü de yağmurlu bir İstanbul gününde geçiyordu. Sonrasında bundan daha tuhaf şeyler de oldu: Romanda bahsedilen ortamı betimleyen birçok kötü olay, romanı okuduğum dönemde üst üste yaşandı. Karakterlerin eski yaşanmışlıkları anlatılırken arka planda bahsedilen şehit, ağıt, bombalama haberleri veya İstanbul'un önemli bir sorunu olan tanker kazaları günümüzde hiç değişikliğe uğramadan hala yaşanıyorsa bundan ülke olarak utanç duymalıyız! Burada yazarın gözlem ve analiz yeteneğini överken, ülke felaketlerinin hiç mi hiç değişmemesini de sonuna kadar sorgulamalıyız, diye düşünüyorum.

Yazarının ifadesiyle "bir gayrimüslimle bir Müslümanın aşkı değil; kendini diniyle, milletiyle tarif etmeyen iki gencin biraz dramatik ama mutlaka İstanbul'un duygusunu taşıyan aşkı" anlatılıyor romanda. En başta belirtmek isterim ki aşk romanları okumayı hiç sevmem. Vıcık vıcık aşk ve sevgi tasvirleri beni oldukça sıkar. Açıkçası bu romanda da yer yer o vıcık vıcıklığı hissettim.

Bununla beraber roman olağanüstü bir tasvir ve benzetme bombardımanına tutuyor okuru.  Daha en başta bu kadar tasvirle karşılaşmışken içinde bulunduğum isyan halini en iyi anlatan cümleyle yine kitabın 32. sayfasında karşılaştım: "Bunca tasvir yeter." 

Üstelik bazı betimlemeler de gündelik hayatta insanın aklına gelmeyecek tuhaf kelimelerle kurulmuş. Üstüne üstlük bu kelimeler kulak tırmalayacak biçimde sıklıkla kullanılmış. Bunlar da okurun betimlemelerin içine girememesini beraberinde getiriyor. Ayrıca tesadüflerin sıklığı, okurda gerçek olabilirlik algısını sekteye uğratıyor. Mesela aşıklar kaçarken hemen bir taksiye atlıyorlar. Peki, taksiyi nereden buluyorlar? Önceden mi ayarlamışlar? Bunlar anlaşılmıyor. Önceden ayarlamış olsalar taksicinin durumdan haberdar olması gerekirdi. Oysaki kendi iç sesinden olayı bilmediği anlaşılıyor. İşte bu gibi temelsiz tesadüfler çok can sıkıcı olabiliyor.

Koskoca bir bölümde bazen sadece üç beş hareketin olduğu, genelde şehir ve insan betimlemelerinin yapıldığı veya bir şeylere sitem içeren cümlelerin kurulduğu bir "roman" bu. Konuşma cümleleri neredeyse hiç yok kitapta. Aşk romanı olması sebebiyle zaten kurgusal anlamda da olağanüstü bir yapısı yok kitabın. Bunun üzerine diyalog bakımından da zayıf olması okurken aşırı sıkıyor okuyucuyu. Kitabın 77. sayfasında okurun bu hissettiklerini ilginç bir şekilde yazarın ağzından da okuyoruz: "... Buna tanıklık eden, eğer hoşgörülü değilse, bu aksak akış karşısında çoğu zaman öfkelenir. O ana dek birbirleriyle doğru dürüst konuştuklarına tanık olmayan okur, çıldırtıcı bir beklenti içindedir." Okurun hissettiklerini böylesine anlayan yazarın okuru çıldırtıcı beklentiden kurtarması gerekmez mi? Ne yazık ki okur çıldırtıcı beklenti yüzünden çıldır(tıl)maya devam ediyor. Uzun konuşmalar ilk kez 19. bölümde kızın kendi hayatını anlatmasıyla çıkıyor ortaya. Onlar da tiyatro tiratları gibi uzun monologlar. Aslına bakarsanız zordur diyalog olmadan olay örgüsünü sürdürmek. Lâkin bunu okuru sıkmadan başarmak daha da zordur. Ve bence asıl olması gereken de odur.

İşte tüm bu anlattıklarım yüzünden elimde sürünen kitap, bir vicdan azabı olup üzerime çökmüş oldu. Her ne kadar başkaca sebepleri olsa bile, uzun bir müddet yaşadığım kitap okuyamama sorunumun en önemli sebebinin bu kitap olduğunu düşünüyorum.

Bu kadar "kötüleme"den sonra kitabın güzel bir tarafının olmadığını düşünebilirsiniz. Aksine hoşuma giden yerleri de bir hayli fazla. Örneğin mekanlar oldukça canlı bir şekilde karşımıza çıkıyor. Vapuruyla, martısıyla, simidiyle, çayıyla gözümüzün önüne getirilen bir İstanbul var romanda. Mesela bankta oturan âşıklar ile yanlarındaki keman ve gitardan oluşan manzarayı bir aileye benzetmiş yazar. Bunun gibi başarılı başka benzetmeler de mevcut.

Müthiş bir şairin müthiş dizeleri eşlik ediyor roman boyunca bize. Şiirinde "Çünkü her yüz bir memlekettir." şeklinde muazzam kuvvetli benzetmeler ve imgeler kullanan şair Cemal Süreya'ya hayran bir başkarakter yarattığı için bile teşekkür borçluyuz Enver Aysever'e.

Özal'ın papatyaları vasıtasıyla iş bulan başkarakter, sonraları magazinciler ile ünlüler arasındaki derin tezadı sezince ait olmadığı yeri terk ediyor. Papatyalar, arı, bal, petek kavramlarıyla yaptığı telmih takdire şayan. Ancak bazı göndermelerse yersiz ve gereksiz. Boşu boşuna hikâyeyi dağıtmış, kitabı yormuş.

Yer yer anlatıcının belirsiz olması sayesinde bazı kısımları okurken deneme tadı alıyorsunuz. Bu esasen kötü bir özellik değil. Ancak bir roman okuduğunuzu sanırken deneme-vâri bölümlerle karşılaşmak okuru afallatıyor. Romandan bağımsız bakıldığında içinde fikir yazısı olabilecek çok güzel bölümler var. Örneğin romandaki 3 numaralı bölümün ilk iki paragrafı "Ölüm Üstüne" başlığıyla enfes bir deneme olabilir. Sayfa 102'deki "Mektup kimindir?" sorusuyla başlayan paragraf ile sayfa 137'deki dostlukla ilgili bölüm de herhangi bir deneme kitabında eğreti durmaz.

Bazen de anlatıcının orada olduğunu çok belli etmesi yüzünden bir Tanzimat romanı okuyor hissine kapılıyorsunuz. Örneğin 104. sayfada yer alan "Size yemin ederim ki, o gece yıldızlar teker teker indiler gökten ve odanın içinde selamladılar genç adamı." cümlesi, anlatıcının kendisiyle konuşmasına (ve dahası; yemin etmesine) alışık olmayan okura şok edici gelebilir. Aynı sayfada kedilerle ilgili de gereksiz romantizme kaçan bir anlatım tercih edilmiş. Ayrıca anlatıcının başkarakterden "bir roman kahramanıydı işte" şeklinde bahsetmesi veya olaylardan hareketle yaptığı "bu bir romandı işte" vurgusu romanı gerçekçilikten uzaklaştırmış. Zaten başkarakterden "Kahverengi Pardösülü Adam" diye bahsedilmesi de yazarın tabiriyle bir Fransız filmi tadında yapmış romanı.

Kitabın genelinde hep isimsiz kahramanlar var. "Yahudi kızı" veya "Bal renkli gözlü kız" olarak tanıştığımız kızın adının önce Eda sonra Rita olduğunu öğrensek de başkarakterin ismini hiç öğrenemiyoruz. O hep "Kahverengi Pardösülü Adam" olarak kalıyor. Roman boyunca hep "Şişman" diye bahsedilen karakter ise başlarda hayali bir karakter gibi. Bazen aniden beliriyor. Yâni pek yakında öleceğini öğrenen başkahramanımızın kafasında oluşturulmuş sanki. Gerektiğinde geliyor, ihtiyaç kalmadığında da gidiyor. Bu karakter gerçek olamayacak kadar karikatürize. Adı olmayan bu karakterden yalnızca "Şişman" diye bahsedilmesi bile bunu destekliyor gibi. Halbuki o karakter, son derece önemli görevler olan, "Bal Renkli Gözlü Kız"ın peşinde hafiyelik, "Kahverengi Pardösülü Adam"ın hasta yatağında bekçilik yapıyor. Kısacası, derinlemesine tanıtılmayı hak ediyor.

Kitabın başında apayrı hikayeler gibi ilerleyen iki farklı örgüden, ölmek üzere olan adamın hikayesi daha ilginç iken sonlara doğru aşıkların hikayesi ilginçleşiyor, en sonda ise iki hikaye birleşiyor. Ortalarından itibaren 'bunlar aynı kişi olmalı' hissi gelip yerleşiyor zaten. Birinin ömrünün son günlerine tanıklık etmek gibi bir şey bu kitap. Onun pişmanlıklarla, hayal kırıklıklarıyla dolu hikâyesi... Bal renkli gözlü kız ise, "Varlıklı kimseler kendini iyi hissetsin diye yoksullar yaratıldı" düşüncesinde olan biri. Onun da sevgi-nefret ikilemine şahit oluyoruz bir süre.

Âşıkların İstanbul'un kozmopolit yapısına bir gönderme yaptığı da yadsınamaz bir gerçek. Ancak kavuşmalarına izin verilmiyor. Böylece birlikte yaşama umutları baltalanan farklı din ve milletten insanı temsil ediyorlar. Öncelerde yazdığı mektupta Yahudilerden "hep haklı, hep yalnız, hep ürkek, hep isyanı bastırılmış ve nedense kaçak!" diye bahseden kız, sonraları ailesine "Eğer siz el uzatmazsanız, insanlar bizi nasıl tanıyıp sevecekler?" diye soruyor. Bu tespit son derece önemlidir zirâ önyargıdan korkan ve saklanmak zorunda kalan azınlıkların da bunda tamamen suçsuz olmadığını vurgular. Ancak azınlığın bu kapalı yapısının yanında, Yahudi kızının okulda dışlanması ve gerçek ismi olan Rita yerine Eda ismini kullanmak durumunda kalması ise bu suçun tek taraflı olmadığını gösteriyor. Kısacası sadece basit bir aşk öyküsü değil toplumsal tespitler içeren bir metin. Burada yazarın sosyoloji altyapısının da etkisi büyük.

Romanın sonlarına doğru ise manevi bir çöküşe tanık oluyoruz birlikte. İnanç, din ve tanrı hakkında beylik laflar da var kitapta bol bol. Bunları bazen anlatıcı sarf ediyor, bazen karakterlerin ağzından duyuyoruz, bazen de mektuplardan okuyoruz. Burada belirtmek gerekir ki mektuplar kitapta nispeten daha kolay okunan bölümler. Bazı yerlerde yakası açılmadık küfürlere de rastlıyor okur. Ama bunlar bile zaten romantik ve edebî bir haberleşme yöntemi olan mektubu realist yapamıyor ne yazık ki.

Kitabın arka kapağına 104. sayfada bulunan şiir basılmış. Bu şiir, romanın başkarakterinin sevdiği kıza yazdığı bir güfte aslında. Şarkının gerçek hayatta bestelenmiş halini ise buradan dinleyebilirsiniz. Ben arka kapaktaki tanıtım yazılarına önem veren biri olarak bunu çok basit bulduğumu belirtmeliyim. Şiir hakkında romanın genel duygusunu yansıttığı söylenebilir belki ancak bu bile arka kapağı şiirle doldurmanın bir gerekçesi olamaz. Çünkü kitabı okumak isteyen biri arka kapağa baktığında o kitabın ne olduğunu veya neyi anlattığını görmelidir. Bununla birlikte ön kapakta Enver Aysever yazısındaki gözlük figürü, yazarın kullandığı kemik gözlüğe atıf yapan çok hoş bir detay olmuş.

Nihayetinde "aynı acıya yas tutamayan" iki âşığın öyküsünü anlatan bu kitap hakkındaki yazımı Cemal Süreya'dan mısralarla bitirmek isterim:

"Kuşlar toplanmış göçüyorlar
Keşke yalnız bunun için sevseydim seni."

"Uzaklardaydın, oracıkta, öbür kıtada
Keşke yalnız bunun için sevseydim seni."


Ek Not: Roman hakkında başka bir incelemeyi buradan okuyabilirsiniz. Bu detaylı yazı size farklı fikirlerin kapısını aralayacaktır.

Efkâr Meclisi - Dr. Ahmet Kayasandık

Kitabın Künyesi

Yazarı: Dr. Ahmet Kayasandık
Sayfa Sayısı: 320
Tür: Seçki
Yayınevi: Aybil Yayınları
ISBN: 978-605-4366-55-2
Baskı Tarihi: Mart 2013
Özgün Dili: Türkçe
Fikrim: Kitap okumaktan soğumak mı istiyorsunuz? Hedefinize ulaşmak için bu kitabı okumanız yeterli olacaktır.


Arka Kapak - Tanıtım Yazısı

Efkâr Meclisi, özlü sözlerden makalelere varıncaya kadar geniş bir yelpazeden özenle seçilen güzel yazılarla gençleri okumaya özendirmek ve onların birikimlerine katkı sağlamak düşüncesiyle hazırlanan bir seçkidir. Metinlerin çeşitliliği ve tertibi, bu seçkinin başlıca yeniliğidir. Güzel Türkçemizi öğretmeye çalışanlar başta olmak üzere Türkçe giderse Türkiye gider, düşüncesine katılan herkes bu güldestenin muhatabıdır.

Eleştiri Yazısı

Burada bu kitabın incelemesini yapma amacım biraz farklı. Bu nedenle üslubum da biraz farklı olacak. Açıkça belirtmeliyim ki bu kitap bana zorla okutuldu. Eminim benzer uygulamalara maruz kalan başka öğrenci arkadaşlar da vardır. 

Bütün üniversitelerin ilk sınıflarında görülmesi zorunlu olan Türk Dili derslerinde bazı eserler okutulur. Bu uygulamaya da karşı olmakla beraber benim şu an asıl tepkim okutulan kitabın kendisine yönelik. Çünkü bu kitap, uğraşmadan emek vermeden çok para kazanmak isteyen kişilerin "Biz yazıp basalım da nasıl olsa öğrenciye satarız" şeklindeki mantığının ürünü. Daha açık bir ifadeyle öğrenciyi müşteri olarak gören bir zihniyetin ürünü. Yani birilerinin sırtından birilerinin para kazandığı bu sömürü düzeninin ürünü. 

Bu sözlerin çok ağır olduğunu düşünenler olabilir. Ancak gerçekte olan, bu sözlerden daha da acı. Şöyle ki geçen sene Akdeniz Üniversitesinde, Ahmet Kayasandık'ın da yazarı olduğu "Üniversiteler için Uygulamalı Türk Dili ve Kompozisyon Bilgileri" adlı kitap zorunlu olarak aldırıldı. Bizim dersimize giren hoca da aynı kitabın yazarlarından biri olduğu için sahaflardan aynı kitabın geçen seneki baskısını alan öğrenciler hemen uyarıldı. Yani tamamen para kazanma amacıyla öğrenciler bir güzel sömürüldü. Çünkü herhangi bir dilbilgisi kitabında bulunacak bilgilerle beraber ancak ilkokul birinci sınıf kitaplarında bulunabilecek türden "özür dileme, soruya karşılık verme, teşekkür etme ve telefonla konuşma"nın inceliklerinin(!) anlatıldığı veya "sayfa düzeni, defter tutma" gibi hayatî(!) bilgilerin yer aldığı bir kitaptı bu. Ancak kitabın hakkını da yemeyelim şimdi. Bu laf kalabalığından başka bir şey daha vardı kitapta: farklı olmak adına mantığın dahi almadığı, uydurulmuş yeni kurallar. 

Hedef göstermemek adına isminin tamamını açıklamadığım, isminin başında "Dr." ünvanı olan B. D. isimli bu zât, sınavda Efkâr Meclisi adlı kitaptan soru soracağını açıkladığında kitabın ismini önceden duyan bir kişi bile yoktu sınıfta. Zaten matbaadan hallice bir yerde basılmış olan kitabın da bilinmesini beklemek son derece abes olurdu. Daha da ilginci müfredatta olmayan bu kitaptan sorulan soruların yarısına doğru cevap veremeyen öğrencinin, müfredat konularından sorulan sorulara verdiği cevapların değerlendirmeye alınmayacağı söylendi. Yani bu kitap müfredat konularından bile önemli olacaktı. Sonra neyse ki bu "almayan kalmasın" amaçlı düşünceden dönüldü. 

Kitabı bulabilmek için kütüphanelerde katalog tarama yaptığımda üniversite kütüphanesi dahil hiçbir kütüphanede söz konusu kitaba rastlamadım. Zaten kütüphanelere soğuk bakan birinin de her kütüphanede bulunabilecek tarzda bir kitabı okutması beklenemezdi. Neticede kişisel tavrım sebebiyle çaba harcayarak kitabın ikinci elini yarı fiyatına satın aldım. (Eğer siz de bu tarz bir zorlamayla karşılaşırsanız boyun eğmeyin, biraz araştırırsanız eminim ki bir çaresini bulacaksınız.)

Bu "zorla değil, mecburî (!)" okutulan kitabın Söz Başı adlı önsözünde her ne kadar, kitap okumayı sevmeyen gençleri kitap okumaya özendirmek için hazırlandığı yazılmış olsa da benim konuştuğum herkes "Bu, insanı kitap okumaktan soğutur." görüşünde birleştiler. Daha sonra önsözün devamında "şark kurnazlığı"nın bir itirafı niteliğinde şu satırlarla karşılaştım: "... ve arama motorlarında daha kolay bulunabilsin diye bu güldestenin adı Efkâr Meclisi olarak belirlendi." Ayrıca kitapta, bilinmeyeceği düşünülen kelimelerin anlamı sayfanın altında dipnot olarak belirtilmiş. Eğer bunu yenilik olarak düşünmüşlerse, üzülerek belirtmeliyim ki bu da yeni bir şey değildir.

Nihayetinde kitabın incelemesine geçersek; kitap, özlü sözlerin, fıkraların, şiirlerin, makalelerin, öykülerin derlendiği bölük pörçük bir eser. Espri niyetine veya hazırcevaplık örneği diye alıntılanan şeylerin birkaçını burada paylaşırdım ama size o kötülüğü yapacak değilim!

Kitapta sadece bizim edebiyatımızdan değil, dünya edebiyatından da örnekler var. Ama bunlar öyle çarpık bir şekilde Türkçeye çevrilmiş ki şaşmamak elde değil. Mark Twain'in "Ölüm Piyangosu" adlı öyküsünde "Allah ne emrederse o olur, Allah şahidimdir, Allah'a şükür" gibi ifadeler geçmekte ve karakterler Allah'a dua etmekte. Öyküyü okuyunca dedim ki; "Mark Twain meğer Müslümanmış da benim haberim yokmuş!" Ben hiçbir öykünün tercüme esnasında yazıldığı dönemden, çevreden ve kültürden bu derece koparılmasını onaylayamam. Bana göre bu, apaçık bir şekilde öyküyü katletmektir.

Lafı fazla uzatıp da çok önemli bir kitap izlenimi vermemek adına incelememi burada kesmek istiyorum. Ancak merak edenler olabileceği için söyleme gereği duyuyorum: Kitabın içinde güzel metinler de yok değil tabi ki ama zaten edebiyat eserlerinden yüz otuz sekiz parça rastgele bile seçilseydi aralarında güzel olanlar denk gelirdi. Mademki bir güldeste yapılmak istendi. O halde bu seçki, rastgele bir seçimden daha fazlasını vermelidir.

72'nci Koğuş - Orhan Kemal

Kitabın Künyesi

Yazarı: Orhan Kemal
Sayfa Sayısı: 110
Tür: Türk Edebiyatı 
Yayınevi: Can Yayınları
ISBN: 975-510-010-5
Baskı Tarihi:
 1993

Özgün Dili: Türkçe
Fikrim: "İnsan onurunun düşebileceği en dipsiz kuyunun hikayesi." diye tanımlamışlar. Fazla söze gerek yok. Bence hemen okunmalı.


Arka Kapak - Tanıtım Yazısı

Toplum düzensizliğinden gelen birer itilişle "72'nci Koğuş"a düşmüş insanlar, sefaletin, insan haysiyetsizliğinin uçurumlarına yuvarlanmışlardır. Ama yuvarlanmışlardır ne olursa olsun. Yuvarlanmışlar, insanlıklarından çok şeyler kaybetmişlerdir. İtilmek, kakılmak, hor görülmek... Ellerine üç beş kuruş sıkıştırıldığı zaman, gözlerini kırpmadan birbirlerini kahpece vurabilirler. Bütün bunlar yalnız "72'nci Koğuş"ta değil, yaşadığımız dünyanın neresinde olursa olsun böyledir: "Aç it fırın yakar..." 
"72'nci Koğuş" somut olduğu kadar soyut bir dramdır derim. Onda, yalnızca Kaptan'ın, Berbat'ın ve ötekilerin değil, insanoğlunun olanca kirliliği yanındaki gururu, direnişi, kafa kaldırışının destanı vardır. Ya da ben böyle bir şey yapmak istedim.
-Orhan Kemal-

Eleştiri Yazısı

Ne istiyorsun ulan?
Ampul, dedi. Kaya Ali. Büyük bir ampul verin bizim koğuşa! 
Başgardiyan güldü. 
— Ne güldün Başefendi? 
 Ne mi güldüm? Ulan siz kim ampul kim? 
 Niye başefendi? Biz insan değil miyiz?
— Değilsiniz ya, insan mısınız? İnsan olanın 72'nci Koğuşta işi ne? 

Kitap için "insan onurunun düşebileceği en dipsiz kuyunun hikâyesi" demişler. Yukarıdaki alıntı, insanı insanlığından utandıracak derecede dönemin zihniyeti hakkında bilgi veriyor. Görüldüğü üzere aşağılamanın bini bir para... Toplumda yaşanan sınıf ayrımının, toplumun aynası olan cezaevlerine yansıması da cabası: Beyler Koğuşu ve 72'nci Koğuş. Ancak burada bile alçalmışlığın içinde atan insanlığın kalbini duyuruyor insana yazar.

Bursa Cezaevi'nde tanıştığı Nazım Hikmet tarafından öykü yazmaya teşvik edilen Orhan Kemal, cezaevinde geçirdiği yıllardan esinlenerek ortaya çıkarmış bu hikâyeyi. Bu, batıda "novella" diye bilinen, bizim edebiyatımızda ise çok fazla örneği bulunmayan bir uzun hikaye örneğidir. Daha sonra yazarı tarafından piyes haline getirilmiştir.


Orhan Kemal'in gözlemci olarak gösterdiği yetkinliğin de en önemli yansımalarından biridir bu. Cezaevlerinde yaşanan trajediyi, mahkûmların birbirlerine imrenmelerini, toplumun her kesiminde olduğu gibi cezaevlerinde de yapılan beyler - çulsuzlar ayrımını gözler önüne seriyor. Bunu yaparken de doğallığı uç boyutlarda yansıtıyor. Doğallığın olabildiğine korkunçluğu karşısında şaşırıp kalıyorsunuz. Orhan Kemal'in bu samimi uslûbuna tutkunum. Ancak bu boyutlarda gerçek bir cezaevi atmosferi, kağıda nasıl aktarılabilmiş diye düşünüyorum hala.

Ana karakter sayabileceğimiz Kaptan'ın hayatının kırılma noktası olan beklenmedik çıkışıyla başlayan ve sonrasında sürekli dibe doğru sürüklenmesinin hikâyesi 72'nci Koğuş. Kaptan'ın saflıkla delikanlılık arasında sıkışmış ruhu çerçevesinde, arkadaşlarının ihtiyaçlarını gidermesi, duyduğu platonik aşk yüzünden acımasızca sömürülmesi... Sonra aniden yaşanan bir çöküş ve deliliğin sınırlarına ulaşan bir adam... Cezaevinde mahkûmların alabildiğine yozlaşmaya uğraması da bir Orhan Kemal realistliğiyle satırlara yansıtılmış. Kitapta hep bir Hitit heykeli gibi çirkin olarak betimlenen Ahmet Kaptan'ın ruhundaki güzellikse hiç eksilmez. Son âna kadar Kaptan ve diğerleri şeklinde gözler önüne serilen aradaki uçurum, Kaptan'ın parasının bitmesiyle daha da belirginleşir. Âdembabalar olarak isimlendirilen 72. koğuş mahkûmları, parası suyunu çekince arkasından demediklerini bırakmadıkları Kaptan sayesinde, sırtlarının döşek yüzü gördüğünü, ağızlarının et tadı aldığını unuturlar.

Günde bir kara somun ekmek hakkı olan âdembabalar, kumar oynamak için üç kuruşa bütün bir yıllık ekmek paylarını satarlar. Hep bir umuttur, zengin olma umudu, zengin olup beyler koğuşuna geçme, emrinde meydancı çalıştırma, sıcak yemek ve yatak bulma umudu... Âdembabalar sefildi ama bir o kadar da kıymet bilmez kişilerdi.

Peki siz sahip olduğunuz her şeyi arkadaşlarınızla paylaşır mısınız? Ya da tüm paranızı henüz konuşma olanağı bile bulamadığınız bir kadın için feda eder misiniz? Ve de bu para size duyulan saygının, dolayısıyla gücünüzün tek kaynağıysa... Evet, Ahmet Kaptan'ı anlatıyorum şimdi de. O, bütün bunları yaptı. Sonu hüsran da olsa gerçekleştirdi. Saflık mı?... Ancak kaptanın saflığı içinde bir kurnazlık taşıdığı da inkar edilebilir mi? Mesela mesleğinde yaptığı deniz yolculuklarını abartarak ilgi çekmeye çalışmasına ne demeli? Hatta kan davası cinayeti işlemesi sebebiyle, kendisini diğerlerinden ayrı tutması, diğerlerini "adi suçlular" olarak nitelemesine?

Kaptanın annesinin de oğlunu kan davasından vazgeçirmek yerine, körükleyerek bu suça ortak olması da toplumumuz açısından bir analiz yapma imkanı ortaya koyar. Kaptanın da öldürmekten duyduğu gurur ve gidip mutlulukla teslim olması da psikolojik bir araştırma konusudur. Aslında bunların üzücü olmakla beraber, güncel olaylar olduklarının da bilincine varırız okurken.

Ayrıca hapishanede, biraz daha okumuş olanların "sizin koğuştanım ama sizden değilim" şeklinde böbürlenmeleri, gelip yaşadıkları duruma bakmayıp bunu bir övgü vesilesi saymaları ve sonuç olarak komik durumlara düşmeleri de son derece canlılıkla aktarılmış. Aşağıda Beton lakaplı karakterin "orta sondan belgeli olduğunu" söyledikten sonra yaşanan diyaloglar alıntılanmıştır.

Oradakileri gözden geçirdikten sonra, sordu:
— Üç virgül bir, dört, bir altı nedir?
(Not: Koğuştakiler pek oralı olmazlar. Duymazdan gelirler.)
Beton yüksek sesle:
— Enayiler, cahiller! dedi. Daha Pi'yi bilmiyorsunuz be! Ulan sizin yerinizde olsam insan diye gezmem be!

Kitapta sürekli bir insan olma vurgusu var. İnsanlardaki aşağılık kompleksi o kadar yerleşmiş ki bu, mahkûmlar arasında bile gözlenmekte. Aslında insanî yaşam standartlarından bu kadar uzak yaşayan, çay içtikleri bardaklarını, yemek yedikleri kaşıklarını bile sırayla kullanmak zorunda olan bu insanlar bunu düşünmekte çok da haksız sayılmazlar. Hatta soğuk yüzünden tahta pencere çerçevelerini kırıp yakmaları... Bunun daha sonra onların daha çok üşümelerine sebep olacağını dahi düşünememiş olmaları, içinde bulundukları durumu özetliyor aslında.

Kitapta atlanmaması gereken bir diğer önemli detay da: Kuru fasulye! Bir kuru fasulyenin -hem de etli- bu kadar detaylı ve ağız sulandıracak cinsten tasvir edilmesini yaşanmışlığa bağlıyorum. Cezaevinde açlık ve yokluk çekmiş biri, ancak böylesine içten betimleyebilirdi pişmesinden yenmesine kadarki o bekleyişi. Ayrıca "çabuk pişen" anlamında pişgel sözcüğünü de öğrenmiş oldum bu kitap sayesinde.

— Sen dediğimi dinle: Yarım kilo fasulye, iki yüz elli gram et al gel. Ama bak, fasulye pişgel olsun!

Zaten Orhan Kemal'in kitaplarına dili akıcı demek, haddi aşmak olur ki bunu hiç demiyorum. Dil, öylesine bizden ki okumuyorsunuz; açık açık yaşıyorsunuz olayları. Kullanılan Karadeniz şivesi ve mahkûmların küfürleşmeleri gerçekçiliğe katkı sağlayan diğer unsurlar olarak karşımıza çıkıyor. Çok ufak rolleri olan karakterlerin bile işledikleri suçların vahşiliğini görüyoruz. Ayrıca mahkûmların aile kurma hayalleri de okuru üzmeyi başarıyor. Kitapları okuduktan sonra detaysızlığın içinden nasıl bu kadar detay hatırlayabiliyoruz peki? İşte bu çok ilginç.

Ayrıca çarpıcı finaliyle kelimenin tam anlamıyla "göz dolduruyor" kitap. Burada bile bize bir oyun etmiş Orhan Kemal. Soğuk yüzünden en son ölen yine bizim Kaptan oluyor. En fazla o dayanıyor. Aşık olduğu güzel Fatma'sını bekliyor. Belki de bu kadar zaman yüreğindeki o sıcaklık korumuştur onu soğuktan. O yüzden yaşamıştır, bir umutla. Umudun son kırıntısı yok olana kadar atmaya çalışmıştır kalbi. Kim bilir?

Bin Dokuz Yüz Seksen Dört - George Orwell

Kitabın Künyesi

Yazarı: George Orwell
Orijinal Adı: Nineteen Eighty-Four
Çeviren: Nuran Akgören
Sayfa Sayısı: 250
Tür: Dünya Edebiyatı
Yayınevi: Can Yayınları
ISBN:
975-510-041-5
Baskı Tarihi
: 2004

Özgün Dili: İngilizce
Fikrim: Orwell'in gelecekle ilgili tahminlerinin alabildiğine korkunçluğu ve buna rağmen kendini okutmaktaki olağandışı yetkinliği, insanı kendine bağlıyor. Anti-Ütopya romanlarının ünlülerinden olan bu eseri mutlaka okumalısınız.


Arka Kapak - Tanıtım Yazısı


"Çok genç yaşındayken bile gözüpek ve yürekli biri olan George Orwell (1903 - 1950), önce döneminin ve ülkesinin toplumsal düzenine karşı çıktı. Büyük Rus Devrimine inandı. Trokçi'ye hayrandı. Ancak, İspanya içsavaşı sırasında Stalinistlerin Troçkistlere karşı tutumu, umutlarını yıktı. Bu durum ve yakalandığı hastalık, George Orwell'i Bin Dokuz Yüz Seksen Dört'ün mutlak umutsuzluğuna sürükledi. Orwell, yapısal olarak karamsar ya da siyaset tutkunu biri değildi. İlgi alanları çok genişti. Daha az acılı bir dönemde yaşasaydı, yaşamaktan mutluluk duyardı. Ama çağımıza siyaset egemendir. Orwell, yaşadığı sürece gerçeklere bağlı kalmış, en acı dersleri bile öğrenmekten vazgeçmemiştir. Ama umudunu yitirmiştir. Orwell'in çağımızın peygamberi olmasını engelleyen şey de bu olmuştur. Dünyanın bugünkü durumunda umut ile gerçeği birleştirmek belki de olanaksızdır. Durum buysa, bütün peygamberler yalancı peygamberlerdir. Orwell gibi kişiler, bence günümüz dünyasında gerekli olanın yarısını, ama ancak yarısını ortaya koymuşlardır. Öteki yarısını hâlâ aramaktayız."

BERTRAND RUSSELL
Kapaktaki resim: ROB WOOD

Eleştiri Yazısı

"SAVAŞ BARIŞTIR.
ÖZGÜRLÜK KÖLELİKTİR.
BİLGİSİZLİK KUVVETTİR."

Bu cümleler Okyanusya'nın resmi ideolojisi INGSOS'un üç sloganıydı. Romandan alıntı yani bunlar. Aslında ortadaki tersmiş gibi duruyor. Mantık çerçevesinde bakıldığında, ilk ve son cümlelerde öznedeki isim kötüyü; yüklemdeki isim iyiyi adlandırıyor. Bu mantıkla Ortadaki slogan "Kölelik özgürlüktür." olmalı. Ancak roman bunun neden böyle olmadığını sonlara doğru çok iyi açıklıyor. Aslında mantığı yadsıyan bir yönetimin sloganlarında mantık aranır mı?

Bu romanda dünya, üç süper devlet arasında paylaşılmış durumdadır.
• Avrupa ve Asya'nın Portekiz'den Bering Boğazı'na kadar uzanan kısımları; Avrasya (Eurasia),
• Kuzey ve Güney Amerika, Britanya, Avustralya ve Güney Afrika; Okyanusya (Oceania),
• Çin ve onun güneyindeki ülkeler, Japon adaları, Mançurya, Moğolistan ve Tibet'in büyük kısmı; Doğu Asya (East Asia) içerisinde yer alır. Bunlar dışında yer alan bölgeler aralıksız süren savaşlarla sürekli el değiştirir. Bu el değiştiren bölgelerin halkları da köle olarak adlandırılırlar. Köleler, hangi süper devletin eline geçerlerse geçsinler durumlarında bir değişme olmaz. Sürekli çalışmak zorundadırlar. Devletlerin kendi halklarında da sınıfsal bir yapı görülür. En alt sınıf olan proleterler, partililerin gözünde hayvandan farksızdır. Öyle ki "Proleterler ve hayvanlar özgürdür." derler.

Bu üç süper devlette de ideoloji esasında aynıdır. Okyanusya'daki adı İngsos; Avrasya'daki adı Yeni Bolşevizm; Doğu Asya'daki adı Ölüme Tapınma'dır. Üç ideoloji de esas itibariyle gerçek sosyalizmin hayata geçirmeye çalıştığı her şeyin karşısındadır ve bunu sosyalizm adına yapar. Özellikle İngsos'un, çoğu totaliter rejimin aksine ulaşmaya çalıştığı bir hedef yoktur. Tek hedef; partinin iktidarıdır. Aralıksız süren savaşların nedeni bile iktidarı elde tutmaktır. (Bunun nasıl olduğunuysa romanı okuyunca göreceksiniz.) Parti, korku, propaganda ve beyin yıkama çalışmalarıyla halkı kontrolü altında tutar. Tüm dış parti üyelerine zorunlu sabah sporu yaptırılır. Bilim adamları, yalnızca parti çıkarları için çalışır. Yeni silahlar üretir. Televizyonların hem alıcı hem verici olarak kullanılmasıyla tele ekranlar (telescreen) icat edilmiştir. Böylece parti her an, herkesi izleme olanağına sahip olmuştur. (Aslında bu yönüyle düşündüğümüzde -her yanın kameralarla bezeli olduğunu düşünürsek- günümüzü nasıl da görmüş Orwell.) Halkın açlıktan kırılmasına rağmen tele ekrandan her gün üretimin hedefleri aştığı, ekonominin düzeldiği, refah seviyesinin arttığı haberleri yayılır.

Partinin beyin yıkama çalışmalarının ne derece başarılı olduğunu anlamak için kitabın ana bölümlerinden üçüncüsünde Parsons'un tutumunu okumak yeterlidir.

"Suçlu musun?" diye sordu Winston.
"Elbette, suçluyum!" dedi, Parsons. Köleye yakışır bir tutumla tele ekrana baktı, "Parti hiç suçsuz adamı tutuklar mı sanıyorsun!"

Parsons'a göre parti "Suçlusun!" diyorsa, suçlusundur. Beyni o kadar yıkanmış ki suçu işleyip işlemediğini dahi bilmiyor. Parti ne derse odur. Aksi diye bir şey yoktur. Parti, sahiplenici ve kucak açıcıdır. Her ne kadar hükmedici ve beyin yıkayıcı da olsa...

Baştan sona bir umutsuzluk havası kitabın bütününe sinmiştir. Kitabı okurken partinin asla devrilemeyeceği, geçmişin değiştirilebilir olduğu iliklerinize kadar işler. Romanda aynı zamanda kimseye güvenemeyeceğin duygusunu da alırsın yaşanan olarlar yüzünden. Kısacası kendini kahramanların yerine koyarsın. Bu etkiyi yansıtırken yazarın takındığı üslûbun ustalığı göze çarpar. Hâl böyle olunca da okur, kitaptan sonra kâbus görmüş gibi oluyor.

Kıtlık ve kısıtlanmışlık yüzünden halkta meydana gelen öfke ve nefret başka bir kanala aktarılır. Partiye -sözde- ihanet etmiş olan Emmanuel Goldstein'a ve o an için Okyanusya hangi devletle savaşıyorsa ona. Bu nefret nöbetleri, düzenlenen Nefret Haftası ya da İki Dakikalık Nefret seanslarıyla bu hainlere ve düşmanlara aktarılırdı. Halk ise her şeyin asıl sorumlusu olan partiye inanıp güvenmeye devam ederdi. Orwell romanında bu nefret nöbetleriyle ilgili şöyle diyor: "Nefretin en ürkünç yanı, katılma zorunluluğu olmamasına karşın, aksini yapmanın, insanın elinde olmamasıydı."

George Orwell'in Hayvan Çiftliği'nden sonra yazdığı -ikinci- alegorik politik romanıdır bu. Bu roman da bir korku veren ütopyadır. Sosyo-psikolojik yanları da vardır. Romanda geçen Big Brother (Büyük Birader) imgesi günümüzde de sıklıkla kullanılmaktadır. Büyük Birader, her şeyi görür ve bilir. Ne zaman doğduğu bilinmez ve asla ölmeyecektir. Partinin en üst tabakasında o vardır. Aslında o bir imgedir. Ayrıca günümüzde hemen hemen herkesin de aşina olduğu bir kavram olan "Düşünce Polisi" kavramı ilk kez bu romanda ortaya atılmıştır.

Kitap her ne kadar "Kapitalistlerin Kutsal Kitabı" olarak tanınsa da esasında kitap, "Anarşizme Methiyye" niteliğindedir. Kapitalizme de alabildiğine saldırır. Aslında kitap, Orwell'in diğer distopyası Hayvan Çiftliği gibi totaliter rejimleri eleştiriyor, sosyalist sistemi değil. Çünkü Orwell, zaten kısacık olan hayatının bir bölümünde gerçek bir sosyalist. Ancak Stalin'in Sosyalizm adına yaptığı zulümleri görünce dünyası yıkılıyor. Daha sonra sosyalistlere karşı savaşmaya başlıyor. Bu yönüyle baktığınızda aslında Stalin'e ve onun baskıcı yönetimine karşı bir tutum içinde, sosyalist ideolojiye karşı değil. İşte iki romanında da böyle baskıcı yönetimleri eleştiriyor, esas Sosyalizmi değil. Buna rağmen ne acıdır ki kitapları soğuk savaş nesnesi olmuştur. (Sovyetler Birliği'ne karşı Amerika'nın elindeki en önemli kozlarından birisi konumuna yükselmiştir ve acilen NATO ülkelerinin dillerine çevrilip baskıları yapılmıştır.) Aslında Orwell, Stalin yönetimini İngsos rejimi adıyla kurgusallaştırıyor. İkisi de sosyalizm adına sosyalizmin karşısındadırlar. İkisi de işkence yöntemini kullanır. Tabi farkları da var. İngsos rejimi, Stalinizm'i aşmış, onu da içinde eriterek yetkinleşmiş ve asla yıkılamayacağına herkes tarafından inanılmış bir yapı. Ancak yine de Stalin yönetimiyle benzer tarafları yadsınamaz. Şunu da belirtmeliyiz ki Stalin'in zulümlerini eleştiren herkes Sosyalizm düşmanı değil. Kısacası bu romanı gerekçe göstererek Orwell'i Sosyalizm düşmanı ilan etmek adice bir harekettir. Roman eğer bir ideolojiye ait olacaksa bu asla Kapitalizm değil; olsa olsa Anarşizm olur.

Roman ilk olarak "The Last Man in Europe" (Avrupa'daki Son Adam) ismiyle yazılmış. Ancak romanın ABD ve Birleşik Krallık'taki yayıncısı pazarlama meseleleri nedeniyle romanın adını "Nineteen Eighty-Four"a (Bin Dokuz Yüz Seksen Dört) çevirmiştir. Roman, 1984 yılında filme de uyarlanmıştır.

Bu kadar teknik bilgiden sonra biraz da romanın içeriğine geçelim. Roman üç ana bölümden ve bir "Ek"ten oluşuyor. İlk bölüm 8; ikinci bölüm 9; üçüncü bölüm 6 adet küçük parçaya ayrılmış. Ana bölümlerden ilki genel hatlarıyla durumu betimliyor. Kahramanları tanıtıyor. (Diyebiliz ki her şey bir günlükle başlıyor. "4 Nisan 1984") İkinci bölüm, başkahraman olan Winston Smith'in aşkını -yani "partiye karşı çıkma" hikayesini- ve yakalanışını anlatıyor. Üçüncüsüyse baştan sona yedi yıl sürecek bir işkence bölümü. Ek bölümde de, Okyanusya'nın resmi dili olan Yenikonuş'un kökeni ve yapısı anlatılıyor.

Yenikonuş, İngilizce orijinalinde Newspeak diye geçiyor. Bu dil, her yıl küçülen sözcük dağarcığı ile diğer dillerden ayrılır. Üstelik sürekli küçülmesi için yeni yollar bulunur. Çünkü seçim alanı daraldıkça, düşünme sistemi de o hızla azalmaktadır. Yöneticilerin bunda çok sinsi bir amaçları vardır. Bir iki nesil sonra insanlar "isyan" fikrini ifade edememekten de öte, isyan fikrini düşünemeyeceklerdir bile.

Roman kötü sonla bitiyor. Winston, O'Brien ile "karanlığın olmadığı bir yer"de buluşuyor. Ama bu, hiç de onun yararına olmuyor. Burada bile -yani romanın kötü sonla bitmesinde ve Winston'un kaybeden olmasında bile- aslında romandaki genel umutsuzluk haline hizmet eden bir durum var. Zaten roman kötü bitmeliydi, Winston kaybetmeliydi ki biz romandaki o atmosfere iyice girebilelim. Partinin yıkılamazlığına iyice inanalım. "Winston bile bir akşam, Kestane Ağacı Kahvesinde kendini Büyük Birader'i severken bulabiliyorsa bu parti yıkılamaz." İşte bu hissiyatı çok iyi yansıtmış bu roman. Orwell'in hasta ve gelecekten umudunu kesmiş olması da romanını böyle bitirmesinin sebeplerinden biridir hiç kuşkusuz. Winston'ı Büyük Birader'in karşısında pes ettirir, bir yıl sonra da hayata gözlerini yumar Orwell.

Ayrıca Türkçe'ye "Çiftdüşün" diye çevrilen "Doublethink" kavramı hakkında da bir şeyler söylemek isterim. Çiftdüşün, partinin belki de en temel ilkesidir. İki çelişik düşünceyi aynı anda kabullenmektir. Gerçekle oynandığını bilip gerçeğin zedelenmediğine kendini inandırmaktır. Bu işlem bilinçli yapılmalıdır, yoksa kesinliğini yitirir; ama aynı zamanda bilinçsiz de olmalıdır, yoksa bir düzenbazlık ve dolayısıyla da bir suçluluk uyandırır. Çiftdüşün sözcüğünün kullanımı bile, çiftdüşün'ü gerektirir. Bu ilkeye göre; eğer parti siyahın beyaz olduğunu söylerse, hemen buna inanmalı, daha sonra inandığını da   -çiftdüşün yöntemiyle- unutmalı, onu kabullenmeliydin. Siyah zaten beyazdı. Var olduklarından beri böyleydi. Hiçbir zaman da değişmemişti. Tıpkı eğer parti isterse iki kere ikinin beş edebilmesi gibi... İşte böyle bir kavramı felsefe dünyasına armağan etmesiyle bile değeri paha biçilemez biridir George Orwell.

Okyanusya'da dört bakanlık vardı: Yanlış bilgilendirmeden sorumlu Doğruluk Bakanlığı, savaştan sorumlu Barış Bakanlığı, kıtlık yaratmaktan sorumlu Bolluk Bakanlığı ve işkenceden sorumlu Sevgi Bakanlığı. Bakanlıkların isimleri de çiftdüşün yöntemiyle oluşturulmuştu.

Sevgi Bakanlığı, parti politikası olan "yok edilecek olanları bile iyileştirme" işini yürütüyor. İşkence ile partiye bağlı hale getiriyor kişileri. Sözümona doğru yolu bulmalarını sağlıyor. Çünkü daha sonraları kahraman olmaları istenmiyor bu yok edilenlerin. Parti burada Engizisyon Mahkemeleri'nin yanlış uygulamalarından ders aldığını belirtiyor. Bu yüzden önce iyileştirip sonra buharlaştırıyor.

Romanda geçen buharlaştırılma olayını buradan yaptığım bir alıntıyla açıklamak istiyorum. "Büyük Birader olarak ifadesini bulan hükümeti eleştirmeyi aklından bile geçirmen suç. Nasıl anlaşılıyor peki bu? Bir ortamdasındır. Biri hükümetin icraatlarından bahsediyordur. Eğer ki bu icraatleri küçümser bir yüz ifadesi takınırsan buharlaştılıyorsun. Buharlaştırılmak, ölümden beter bir ceza. Ha ucu yine ölüm ama. Cismen ölmenin yanısıra ismen de ölmek. Sanki hiç var olmamışsın gibi." Burada gayet güzel açıklanmış buharlaştırma olayı. Ancak buharlaştırma yalnızca yüz ifadeleri ya da fikirleri yüzünden yapılmaz. Mesela, parti için çalışan Syme karakteri yalnızca akıllı olduğu, düşündüğü, yani partinin esas fikirlerini kavradığı için yok edilir.

Karakterlerden söz açılmışken Julia'dan bahsedelim. Julia, aslında sığ düşünceli biri. Partinin fikirlere müdahale etmesine karışmıyor. Yalnızca onun özgürlüklerini kısıtlayan yasaklarını çiğniyordu. Partiye kızgınlığı baskıcı yönetimden kaynaklanmıyordu. Winston'a da dediği gibi gelecek nesiller onun umrunda değildi. Parsons'a ve çocuklarına baktığımızda durum bambaşka bir boyut kazanıyor. Partinin aileyi birbirine yabancılaştırma, düşman etme ve hatta çocukları muhbir olarak kullanma politikasının etkilerini görüyoruz. Ayrıca Parsons'un kendini ihbar eden çocuklarıyla gururlanmasını da hayretle okuyoruz. Karakterler son derece çeşitlilik gösteriyor. Amaçlarıyla, fikirleriyle ve davranışlarıyla... Tüm bu aile bağlarını yok etme politikasına karşın parti, imge olarak bir aile üyesinin adını biraderi (brother, erkek kardeş) kullanıyor. Büyük Birader, her ailenin doğal bir ferdi durumuna geliyordu.

Kitaptaki "Big Brother is watching you." sloganı da Türkçe'ye "Büyük Biraderin gözü sende." diye çevrilmiş. Olabilecek güzel bir çeviri. Ancak bu cümlede kullanılan "(to) watch" kelimesine verilen çift anlamlılık başka bir dile çevrildiğinde ne yazık ki tam anlamıyla yansıtılamıyor.Onu da şöyle açıklayabiliriz: İzlemek anlamındaki "watch" ile tele ekranlarla sürekli izlendiği hatırlatılıyor insana. Gözetmek anlamındakiyle ise Büyük Birader'in olanca şefkatiyle onu koruyup kolladığı, gözünü ondan ayırmadığı anlatılıyor. Bu iki anlamı tek sloganda erittiğinizde ise partiyi ve Büyük Birader'i kaygı verici bir biçimde sevmeye başlarsınız.

Şunu da belirtmek gerekir. Böyle bir eseri çevirmek oldukça zordur. Bunun bir edebi eser olmasının zorluklarının yanında bir de kendine özgü terminolojisinin getirdiği zorluklar var. Özellikle Ek bölümün çevrilmesi, çevirmenin İngilizce dilbilgisinin derinliği kadar Türkçe dilbilgisi de gerektiriyor. Yalnızca dilbilgisi de yetmiyor. Aynı zamanda Türkçe'de tam karşılığı olmayan, yazarın kurgu içerisinde kendi uydurduğu sözcükleri çevirmek, hayalgücü de istiyor. İşte bu zorlukların üstesinden geldiği için eseri çeviren Nuran Akgören'i tebrik ediyorum.

Kitap-içinde-kitap olan "Oligarşik Kolektivizm Kuram ve Uygulaması" da adeta siyaset dersi veriyor. Hayata bakışınızı değiştiriyor. O bölümü yazarken Orwell, gerçekten de siyasi birikimini konuşturmuş ve eserini oturttuğu politik temeli ayrıntılarına kadar betimlemiş.

"Geçmişi denetleyen geleceği de denetler; şu ânı denetleyen geçmişi de denetler." sloganı partinin tarihi olguları değiştirmesini meşrulaştırıyor. Üzerinde biraz daha düşündüğünüzde partinin sürekliliğini de buradan çıkarmak mümkün aslında. Belki de romanın ana temasını bu slogan oluşturur. Belki de bu: "Kimse bir devrime bekçilik etmek için diktatörlük kurmaz; devrim diktatörlüğü kurmak için yapılır." Bu cümleler hakkında sayfalarca yazı yazılabilir. Ancak bir parça düşünmek, tüm o sayfalardan değerlidir. Bu cümlelerin yorumunu size bırakıyorum.

Romanda proleterler hakkında da pek çok cümle geçiyor. "Bilinçleninceye dek başkaldırmayacaklar, başkaldırmazlarsa da hiçbir zaman bilinçlenemeyecekler." cümlesi onlardan biri. Partinin yıkılamazlığına atıf yapılan cümlelerden biri daha. Bir kısır döngüyü anlatıyor. Zaten parti kitaplarından birinden alıntı.

Kitapta E. M. Forster'in "Orwell Büyük Biraderimiz" başlıklı kısa bir yazısı var. Bu yazıda Orwell ile ilgili şöyle diyor: "Kitaplarına yaslanmak isteriz, iğne gibi battıklarını fark ederiz." Cümle bu kitapla ne kadar örtüşüyor. Kitap aynen iğne gibi batıyor. Bugün tartışmaya açılan "Düşünce Polisi" kavramından 1949'da basılan bir kitapta söz edilmesi de Orwell'in ileri görüşlülüğünün en önemli kanıtıdır aslında. Tıpkı romandaki tele ekranlar ve günümüzün her yeri kaplayan güvenlik kameraları gibi...

Winston'un günlüğünden bir alıntıyla bitirelim yazımızı. "Geleceğe ya da geçmişe, düşüncelerin özgür olduğu, insanların birbirlerinden farklı olduğu, ama yalnız yaşamadığı bir zamana, gerçeğin var olduğu ve yapılmış bir şeyin yok edilemeyeceği bir zamana:
Tekdüzelik çağından, yalnızlık çağından, Büyük Birader çağından, çiftdüşün çağından selâmlar!"

Pasifik Günleri - Nazlı Eray

Kitabın Künyesi



Yazarı: Nazlı Eray
Sayfa Sayısı: 131
Tür: Türk Edebiyatı 
Yayınevi: Can Yayınları
ISBN: 975-510-030-X
Baskı Tarihi:
 1998

Özgün Dili: Türkçe
Fikrim: İlginç ama gerçekten ilginç bir kitap okumak istiyorsanız eğer, size tavsiye edebileceğim bir kitap. Fakat siz öylesine bir kitap arıyorsanız mâlesef size göre değil. Her ne kadar ince de olsa... 


Arka Kapak - Tanıtım Yazısı

Nazlı Eray, düşselliği gerçeğe dönüştürmeye bayılan, özgün bir yazar. Her öyküsü, her romanı, yaşanan dış gerçeklikten hemen uzaklaşır, gerçekdışına, gerçeküsütüne doğru akmaya başlar. Okur, yeni bir gerçekliğin içindedir artık. Pasifik Günleri, bir yolculuğun romanı. Düşler ülkesinde gerçekleşen bir yolculuğun, bir fantezinin romanı. İlk yayımlandığında yankılar uyandıran Pasifik Günleri'nin bu yeni baskısı, Nazlı Eray'ın yeni okurlarının büyük ilgisini çekecektir. Ankara, Şair Nedim Sokağı'ndaki teneke robot, yaşlı mimci Kazuo Ono, ünlü dansöz La Argentina, Alman yönetmen Werner Herzog'un çılgın kamerası ve büyülü Uzakdoğu, İmparator Hiro Hito'nun sarayı, Penang Adası, Hawaii... İşte Pasifik Günleri'nin sihirli yelpazesinden birkaç renk... Pasifik Günleri, 'insan ruhunun bir gezi rehberi'.

Eleştiri Yazısı

Kitabın içeriğine geçmeden önce yazarın temsil ettiği akımdan bahsedersem daha anlaşılır olacak sanıyorum. Nazlı Eray, "Magical Realism" ya da Türkiye'de bilinen ismiyle "Büyülü Gerçekçilik" akımının Türk Edebiyatındaki temsilcisidir. Bu akımı kısaca; 'gerçekliğin sınırlarını genişletmek' olarak alabiliriz. Yani; aslında gerçeküstü olan şeyler, okurken gerçekliğin, günlük hayatın bir parçasıymış gibi, son derece normalmiş gibi gösterilir. Dünya Edebiyatındaki en büyük temsilcisi de Gabriel Garcia Marquez'dir.

Romanı okumaya başladığımızda ilk beş on sayfada anlaşılıyor ki birbirinden bağımsız gibi görünen pek çok öykü kopuk kopuk, parça parça anlatılıyor. Sonra bu hikaye parçaları ilerledikçe farklı olaylar ve dolayısıyla da yeni karakterler giriyor öyküye. İlginçlik de burada başlıyor. Öyküyü kendi ağzından anlatan karakter, aynı anda, farklı farklı yerlerde, farklı farklı arkadaşlarla, farklı farklı olaylar yaşıyor. Malezya'da, Singapur'da, Tokyo'da, Honolulu'da, Ankara'da... Karete hocası Ho ile, İstatistikçi arkadaşı ile, Bay Elias ile, Victor ile, Kazuko ve Nobiko ile... Değişik değişik olaylar yaşıyor. Ama büyük bir hayal kırıklığı yaşıyor sonunda okur. Çünkü romanın sonunda tüm olaylar birbirine bağlanmıyor. Hatta anlatıcı, sihirbazın bir el hareketiyle İmparator Hiro Hito'nun sarayına gittiğini anlatıyor. İmparatoru gördüğünü söylüyor. Ama daha sonra sihirbaz ona aslında orayı hiç görmediğini söylüyor. Bir hayal gibi. Kitap son derece kafa karıştırıcı. Bir roman bütünlüğü yok içinde. Hatta biraz da anlamsızlıklarla boğulmuş.

Alakasız gibi görünen ve coğrafi olarak birbirinden uzakta yaşanan birçok olayın en sonunda bir yerde buluşması güzel olmuş. Ama bu buluşmada bile çok belirsizlik, anlamsızlık var. Psikolojik bir kitap okurmuş gibi oluyor insan. Romanın bir yerinde başkahramanımız Ankara'nın Şair Nedim Sokağı'nda teneke bir robota dönüşüyor. Ama bu robota sonra ne olduğu belirsiz. Eğer yalnızca büyülü gerçekçiliği göstermek için, süs için yapılmışsa bu, çok boşuna bir uğraş. Bir yerlere bağlanmalıydı bu robot öyküsü. Bunun dışında Venedikli Başmakinist, Victor ile Christie ve daha birçok öykü arada kaynamış, bir sona bağlanmadığı için de sadece kitabın anlamsızlığına katkı sağlamış.

Kitap acayip olmasına acayip; bu güzel. Müthiş bir potansiyele sahip bu acayiplikler mükemmel bir sonla birbirine bağlansaydı çok daha güzel olurdu. Kitap bu haliyle sanki devam edecekmiş gibi duruyor. Devam edecekmiş de yarım kalmış gibi. Bence başarısız bir son. Her romanın, hikayenin kesin bir sonu, sonucu olması gerekmiyor ama, Nazlı Eray da biraz fazla havada bırakmış her şeyi. Açıkçası romanı o kadar okuyup bu şekilde bir sonla karşılaşınca da memnun olmuyor insan.

Ancak romanın sonunda pek çok fantastik detayla karşılaşılıyor. Mahkeme salonunda, tanıklık eden kişilerin çıktığı konuştuğu televizyon çok orijinaldi. Hatta bu televizyonda bir fotoğrafın, bir ölünün ve bir Buddha heykelinin konuşması, tanıklık yapması çok ilginçti. Daha sonraları bir papağanın da tanık olarak dinlenmesi güzel bir fantastik detaydı.

Ayrıca roman boyunca Alman yönetmen Werner Herzog'dan ve onun kamerasından bahsediliyor. Zaten romanın başında Herzog'un "La Soufrière" filmi anlatılıyor. Kopuk hikayelerden biri de bu. Ancak daha sonra yazar, bu filmin hikayesini kendi hayallerine göre işliyor. Ancak burada düşsel unsur Herzog'un kamerası. Bu kamera konuşabiliyor. Dünyanın her yerine gidiyor, yakaladığı acayip şeylere sinyal veriyor. Geçmişe yolculuk yapabiliyor. Heykellere bile mikrofon tutuyor. Bir morfinmanın beynine girip oradaki görüntüleri yakalayabiliyor. Ve bunlar gerçekten büyülü gerçekçiliğe katkı sağlıyor.

Anlaşılmayan yönlerini bir kenara bırakıp eğer fantastik ögelerin gerçeklik içinde eritilmesi nasıl bir şey diye merak ediyorsanız okuyun. Her olay ilginç, yazar oradan oraya atlıyor anlatırken. Anlatılarını çok güzel bir uzakdoğu manzarasıyla da süslüyor. Uzakdoğu yaşantısı hissediliyor satır aralarında. Ayrıca kitap sürrealist Fransız şair Paul Éluard'ın bir şiiriyle başlıyor. Gerçi sadece bunlar bile bir kez okumak için geçerli nedenler.

Aslında bu, benim ilk okuduğum Nazlı Eray kitabı. Daha önce Fantastik ve Realist edebiyattan parçaları ayrı ayrı okumuştum. Ama bunların, belki de birbirine zıt iki edebiyat akımının, birleşmiş halini okumak yine de güzeldi. Umarım Nazlı Eray'ın diğer eserleri anlamsızlığa bu kadar bulanmamıştır. Böylece biz de sadece 'fantastik ögeleri gerçek yaşantı içinde okumak'tan öte gideriz ve onları anlamlı bir olay örgüsüne oturtabiliriz.

Uçurtma Avcısı - Khaled Hosseini

Kitabın Künyesi


Yazarı: Khaled Hosseini
Orijinal Adı: The Kite Runner
Çeviren: Püren Özgören
Sayfa Sayısı:
440

Tür: Dünya Edebiyatı 
Yayınevi: Everest Yayınları
ISBN: 978-975-289-517-1
Baskı Tarihi:
 Mart 2009

Özgün Dili: İngilizce
Fikrim: Konudaki içtenlik, anlatımdaki şiirsellik. Fazla söze gerek yok. Mutlaka okuyun, mutlaka... 


Arka Kapak - Tanıtım Yazısı

Emir ve Hasan, Kabil'de monarşinin son yıllarında birlikte büyüyen iki çocuk... Aynı evde büyüyüp, aynı sütanneyi paylaşmalarına rağmen Emir'le Hasan'ın dünyaları arasında uçurumlar vardır: Emir, ünlü ve zengin bir işadamının, Hasan ise onun hizmetkârının oğludur. Üstelik Hasan, orada pek sevilmeyen bir etnik azınlığa, Hazaralara mensuptur.

Çocukların birbirleriyle kesişen yaşamları ve kaderleri, çevrelerindeki dünyanın trajedisini yansıtır. Sovyetler işgali sırasında Emir ve babası ülkeyi terk edip California'ya giderler. Emir böylece geçmişinden kaçtığını düşünür. Her şeye rağmen arkasında bıraktığı Hasan'ın hatırasından kopamaz. 

Uçurtma Avcısı arkadaşlık, ihanet ve sadakatin bedeline ilişkin bir roman. Babalar ve oğullar, babaların oğullarına etkileri, sevgileri, fedakârlıkları ve yalanları... Daha önce hiçbir romanda anlatılmamış bir tarihin perde arkasını yansıtan Uçurtma Avcısı, zengin bir kültüre ve güzelliğe sahip toprakların yok edilişini aşama aşama gözler önüne seriyor.

Uçurtma Avcısı'nda anlatılan olağanüstü bir dostluk. Bir insanın diğerini ne kadar sevebileceğinin su gibi akıp giden öyküsü...

Eleştiri Yazısı

 "Sen iste, bin tane yakalayayım, Emir ağa..."
 "Senin için bin tane olsa yakalarım, Sohrab..."


Kitabın kilit cümleleri bunlar. İnsanın tüylerini diken diken eden iki cümle... Dilin nasıl etkileyici kullanılabileceğinin kanıtları...

Evet, bu güne kadar okuduğum kitaplar arasında, umudu ve umutsuzluğu; acıyı, ıstırabı ve sevinci en etkileyici biçimde dile getiren kitaptı. Sadakat ve ihanet çelişkisi. İhanet ve sadakatin vicdanlar üzerindeki ağırlığı. Kitabı okurken bazı bazı gözyaşlarınızı tutamadığınızı hissedeceksiniz gerçekten. Bu kitap, ne ihanetin ne de sadakatin karşılıksız olmadığını gözler önüne seren nefis bir eser. Dramatik bir konu, duygu yüklü anlatım ve gerçekten nefis bir eser...

Bu, ilk kitabı olmasına rağmen dili böyle etkileyici kullanması, yazarın gelecek vaat ettiğini gösteriyor. Kötülüğü ve kötüleri bu derece keskin anlatabilmesi sebebiyle de büyük bir saygıyı hak ediyor.

Romanda alttan alta bir Afgan tarihi anlatılıyor. Acılarla dolu bir tarih... Mollaların ikiyüzlülüğü, Taliban rejiminin din adına yaptığı zulümler, Taliblerin iğrençlikleri... Afganistan'ın değişimine de şahit oluyorsunuz adım adım. Tabi, hiç de hoş olmayan bir değişim bu. Ama yaşanmış ve yaşanmakta hâlâ.

Afgan çocuklarına adanan bu kitap, uzak diyarlarda duymak dahi istemeyeceğimiz kötülüklerin yaşandığını gösteren bir baş yapıt. Doyasıya yaşanmamış yaşamları gözler önüne seren bir eser. Romandaki şu söz bile bunu nasıl güzel anlatıyor: "Afganistan'da çocuk çoktu ama çocukluk yoktu."

Kitapta altı çizilesi, çok güzel başka sözler de var. Mesela Rahim Han'ın söylediği şu cümle onlardan biri: "Çocuklar boyama kitabı değildir, onları en sevdiğin renge boyayamazsın." Ama bu romandan aklımda kalan en önemli alıntı, Baba'nın Emir'e söylediği şu sözler oldu:

"Mollalar ne derse desin, yalnızca bir günah vardır, tek bir günah. O da hırsızlıktır. Onun dışındaki bütün günahlar, hırsızlığın bir çeşitlemesidir. (...)

Bir insanı öldürdüğün zaman, bir yaşamı çalmış olursun. Karının elinden kocayı, çocuklarından da bir babayı almış olursun. Yalan söylediğinde, birinin gerçeğe ulaşma hakkını çalarsın. Hile yaptığın, birini aldattığın zaman doğruluğu, haklılığı çalmış olursun. Anlıyor musun? (...)

Çalmaktan daha kötü bir suç yoktur, Emir. Kendisine ait olmayan bir şeyi alan insan, bu ister bir can olsun isterse bir dilim nan... aşağılıktır. Böyle birinin yüzüne tükürürüm. Böyle biriyle yollarımız kesiştiğinde, Allah yardımcısı olsun. Anlıyorsun, değil mi?"


Romanın daha başlarındaki bu sözler bile bana nasıl müthiş bir esere başladığımı anlatmaya yetti.

Roman, yer yer postmodernist esintiler taşıyor. Özellikle rüyaların anlatıldığı, eski anıların hatırlandığı, bayılma anlarında ve ameliyat bölümlerinde narkozun etkisiyle hissedilenlerin belirtildiği bölümlerde bu çok belirgin. Mesela, zaman kavramının yok olması bunun en tipik örneği. Ayrıca kitaba genel anlamda bakıldığında bir döngüden ibaret olduğu görülüyor. Yâni birinin yapamadığını diğeri yapıyor. Mesela Baba'nın yapamadığını Emir yapıyor ve Hasan'a olmasa da Hasan'ın oğlu Sohrab'a sahip çıkıyor; Hasan'ın yapamadığınıysa Sohrab yapıyor ve Assef'i sapanla kör bırakıyor. Böyle birkaç olay daha var ki bu da romanda bir döngü olduğunu gösteriyor. Bize gerçek hayatta da "kaderde olan her şeyin bir gün mutlaka gerçekleşeceğini" öğretiyor. Biri olmazsa başka biri tarafından.

Okuru sıkmayan dil ve etkileyici bir üslup var. Öylesine samimi, öylesine içten -bir yönüyle de bizden... Afgan kültüründeki İslâm ögelerinin bizimkilerle benzer olması da bunda etkili bence.

Bir başka yönüyle de Afganistan'ın mahallelerinden, Pakistan'ın şehirlerine, Amerika'nın metropollerine kadar çok geniş mekân çeşitlemesine sahip bir roman bu. Afgan mültecilerin Amerika'daki hayatını da anlatıyor. Kaçakların göç ettiği kamyonlar ve tankerlerle; kalınan küf kokulu, mağaraya benzeyen evlerin tasvirleri çok gerçekçi. Bunda, yazarın kendisinin de bir mülteci olmasının etkisi var şüphesiz. Romanın realist olmasını sağlıyor bu da. Ama en önemli pay yazarın kurgu gücüne ait.

Son olarak, çevirmenin başarısına değinmemek olmaz. Hele bu kadar muhteşem bir çeviri yapılmışsa buna değinmemek çeviriyi yapanın hakkını yemek olur. Çeviri o kadar güzel ki okurken insana estetik zevk veriyor ve çeviri dahi sanat eseri olduğunu belli ediyor. Çevirmenin başarısı, asla küçümsenemeyecek bir başarı.

Kısaca bu; yıllar geçse de eskimeyecek bir anlatımla yazılmış, okuduktan sonra da etkisinde kalacağınız bir roman.