Pasifik Günleri - Nazlı Eray

Kitabın Künyesi



Yazarı: Nazlı Eray
Sayfa Sayısı: 131
Tür: Türk Edebiyatı 
Yayınevi: Can Yayınları
ISBN: 975-510-030-X
Baskı Tarihi:
 1998

Özgün Dili: Türkçe
Fikrim: İlginç ama gerçekten ilginç bir kitap okumak istiyorsanız eğer, size tavsiye edebileceğim bir kitap. Fakat siz öylesine bir kitap arıyorsanız mâlesef size göre değil. Her ne kadar ince de olsa... 


Arka Kapak - Tanıtım Yazısı

Nazlı Eray, düşselliği gerçeğe dönüştürmeye bayılan, özgün bir yazar. Her öyküsü, her romanı, yaşanan dış gerçeklikten hemen uzaklaşır, gerçekdışına, gerçeküsütüne doğru akmaya başlar. Okur, yeni bir gerçekliğin içindedir artık. Pasifik Günleri, bir yolculuğun romanı. Düşler ülkesinde gerçekleşen bir yolculuğun, bir fantezinin romanı. İlk yayımlandığında yankılar uyandıran Pasifik Günleri'nin bu yeni baskısı, Nazlı Eray'ın yeni okurlarının büyük ilgisini çekecektir. Ankara, Şair Nedim Sokağı'ndaki teneke robot, yaşlı mimci Kazuo Ono, ünlü dansöz La Argentina, Alman yönetmen Werner Herzog'un çılgın kamerası ve büyülü Uzakdoğu, İmparator Hiro Hito'nun sarayı, Penang Adası, Hawaii... İşte Pasifik Günleri'nin sihirli yelpazesinden birkaç renk... Pasifik Günleri, 'insan ruhunun bir gezi rehberi'.

Eleştiri Yazısı

Kitabın içeriğine geçmeden önce yazarın temsil ettiği akımdan bahsedersem daha anlaşılır olacak sanıyorum. Nazlı Eray, "Magical Realism" ya da Türkiye'de bilinen ismiyle "Büyülü Gerçekçilik" akımının Türk Edebiyatındaki temsilcisidir. Bu akımı kısaca; 'gerçekliğin sınırlarını genişletmek' olarak alabiliriz. Yani; aslında gerçeküstü olan şeyler, okurken gerçekliğin, günlük hayatın bir parçasıymış gibi, son derece normalmiş gibi gösterilir. Dünya Edebiyatındaki en büyük temsilcisi de Gabriel Garcia Marquez'dir.

Romanı okumaya başladığımızda ilk beş on sayfada anlaşılıyor ki birbirinden bağımsız gibi görünen pek çok öykü kopuk kopuk, parça parça anlatılıyor. Sonra bu hikaye parçaları ilerledikçe farklı olaylar ve dolayısıyla da yeni karakterler giriyor öyküye. İlginçlik de burada başlıyor. Öyküyü kendi ağzından anlatan karakter, aynı anda, farklı farklı yerlerde, farklı farklı arkadaşlarla, farklı farklı olaylar yaşıyor. Malezya'da, Singapur'da, Tokyo'da, Honolulu'da, Ankara'da... Karete hocası Ho ile, İstatistikçi arkadaşı ile, Bay Elias ile, Victor ile, Kazuko ve Nobiko ile... Değişik değişik olaylar yaşıyor. Ama büyük bir hayal kırıklığı yaşıyor sonunda okur. Çünkü romanın sonunda tüm olaylar birbirine bağlanmıyor. Hatta anlatıcı, sihirbazın bir el hareketiyle İmparator Hiro Hito'nun sarayına gittiğini anlatıyor. İmparatoru gördüğünü söylüyor. Ama daha sonra sihirbaz ona aslında orayı hiç görmediğini söylüyor. Bir hayal gibi. Kitap son derece kafa karıştırıcı. Bir roman bütünlüğü yok içinde. Hatta biraz da anlamsızlıklarla boğulmuş.

Alakasız gibi görünen ve coğrafi olarak birbirinden uzakta yaşanan birçok olayın en sonunda bir yerde buluşması güzel olmuş. Ama bu buluşmada bile çok belirsizlik, anlamsızlık var. Psikolojik bir kitap okurmuş gibi oluyor insan. Romanın bir yerinde başkahramanımız Ankara'nın Şair Nedim Sokağı'nda teneke bir robota dönüşüyor. Ama bu robota sonra ne olduğu belirsiz. Eğer yalnızca büyülü gerçekçiliği göstermek için, süs için yapılmışsa bu, çok boşuna bir uğraş. Bir yerlere bağlanmalıydı bu robot öyküsü. Bunun dışında Venedikli Başmakinist, Victor ile Christie ve daha birçok öykü arada kaynamış, bir sona bağlanmadığı için de sadece kitabın anlamsızlığına katkı sağlamış.

Kitap acayip olmasına acayip; bu güzel. Müthiş bir potansiyele sahip bu acayiplikler mükemmel bir sonla birbirine bağlansaydı çok daha güzel olurdu. Kitap bu haliyle sanki devam edecekmiş gibi duruyor. Devam edecekmiş de yarım kalmış gibi. Bence başarısız bir son. Her romanın, hikayenin kesin bir sonu, sonucu olması gerekmiyor ama, Nazlı Eray da biraz fazla havada bırakmış her şeyi. Açıkçası romanı o kadar okuyup bu şekilde bir sonla karşılaşınca da memnun olmuyor insan.

Ancak romanın sonunda pek çok fantastik detayla karşılaşılıyor. Mahkeme salonunda, tanıklık eden kişilerin çıktığı konuştuğu televizyon çok orijinaldi. Hatta bu televizyonda bir fotoğrafın, bir ölünün ve bir Buddha heykelinin konuşması, tanıklık yapması çok ilginçti. Daha sonraları bir papağanın da tanık olarak dinlenmesi güzel bir fantastik detaydı.

Ayrıca roman boyunca Alman yönetmen Werner Herzog'dan ve onun kamerasından bahsediliyor. Zaten romanın başında Herzog'un "La Soufrière" filmi anlatılıyor. Kopuk hikayelerden biri de bu. Ancak daha sonra yazar, bu filmin hikayesini kendi hayallerine göre işliyor. Ancak burada düşsel unsur Herzog'un kamerası. Bu kamera konuşabiliyor. Dünyanın her yerine gidiyor, yakaladığı acayip şeylere sinyal veriyor. Geçmişe yolculuk yapabiliyor. Heykellere bile mikrofon tutuyor. Bir morfinmanın beynine girip oradaki görüntüleri yakalayabiliyor. Ve bunlar gerçekten büyülü gerçekçiliğe katkı sağlıyor.

Anlaşılmayan yönlerini bir kenara bırakıp eğer fantastik ögelerin gerçeklik içinde eritilmesi nasıl bir şey diye merak ediyorsanız okuyun. Her olay ilginç, yazar oradan oraya atlıyor anlatırken. Anlatılarını çok güzel bir uzakdoğu manzarasıyla da süslüyor. Uzakdoğu yaşantısı hissediliyor satır aralarında. Ayrıca kitap sürrealist Fransız şair Paul Éluard'ın bir şiiriyle başlıyor. Gerçi sadece bunlar bile bir kez okumak için geçerli nedenler.

Aslında bu, benim ilk okuduğum Nazlı Eray kitabı. Daha önce Fantastik ve Realist edebiyattan parçaları ayrı ayrı okumuştum. Ama bunların, belki de birbirine zıt iki edebiyat akımının, birleşmiş halini okumak yine de güzeldi. Umarım Nazlı Eray'ın diğer eserleri anlamsızlığa bu kadar bulanmamıştır. Böylece biz de sadece 'fantastik ögeleri gerçek yaşantı içinde okumak'tan öte gideriz ve onları anlamlı bir olay örgüsüne oturtabiliriz.