Bin Dokuz Yüz Seksen Dört - George Orwell

Kitabın Künyesi

Yazarı: George Orwell
Orijinal Adı: Nineteen Eighty-Four
Çeviren: Nuran Akgören
Sayfa Sayısı: 250
Tür: Dünya Edebiyatı
Yayınevi: Can Yayınları
ISBN:
975-510-041-5
Baskı Tarihi
: 2004

Özgün Dili: İngilizce
Fikrim: Orwell'in gelecekle ilgili tahminlerinin alabildiğine korkunçluğu ve buna rağmen kendini okutmaktaki olağandışı yetkinliği, insanı kendine bağlıyor. Anti-Ütopya romanlarının ünlülerinden olan bu eseri mutlaka okumalısınız.


Arka Kapak - Tanıtım Yazısı


"Çok genç yaşındayken bile gözüpek ve yürekli biri olan George Orwell (1903 - 1950), önce döneminin ve ülkesinin toplumsal düzenine karşı çıktı. Büyük Rus Devrimine inandı. Trokçi'ye hayrandı. Ancak, İspanya içsavaşı sırasında Stalinistlerin Troçkistlere karşı tutumu, umutlarını yıktı. Bu durum ve yakalandığı hastalık, George Orwell'i Bin Dokuz Yüz Seksen Dört'ün mutlak umutsuzluğuna sürükledi. Orwell, yapısal olarak karamsar ya da siyaset tutkunu biri değildi. İlgi alanları çok genişti. Daha az acılı bir dönemde yaşasaydı, yaşamaktan mutluluk duyardı. Ama çağımıza siyaset egemendir. Orwell, yaşadığı sürece gerçeklere bağlı kalmış, en acı dersleri bile öğrenmekten vazgeçmemiştir. Ama umudunu yitirmiştir. Orwell'in çağımızın peygamberi olmasını engelleyen şey de bu olmuştur. Dünyanın bugünkü durumunda umut ile gerçeği birleştirmek belki de olanaksızdır. Durum buysa, bütün peygamberler yalancı peygamberlerdir. Orwell gibi kişiler, bence günümüz dünyasında gerekli olanın yarısını, ama ancak yarısını ortaya koymuşlardır. Öteki yarısını hâlâ aramaktayız."

BERTRAND RUSSELL
Kapaktaki resim: ROB WOOD

Eleştiri Yazısı

"SAVAŞ BARIŞTIR.
ÖZGÜRLÜK KÖLELİKTİR.
BİLGİSİZLİK KUVVETTİR."

Bu cümleler Okyanusya'nın resmi ideolojisi INGSOS'un üç sloganıydı. Romandan alıntı yani bunlar. Aslında ortadaki tersmiş gibi duruyor. Mantık çerçevesinde bakıldığında, ilk ve son cümlelerde öznedeki isim kötüyü; yüklemdeki isim iyiyi adlandırıyor. Bu mantıkla Ortadaki slogan "Kölelik özgürlüktür." olmalı. Ancak roman bunun neden böyle olmadığını sonlara doğru çok iyi açıklıyor. Aslında mantığı yadsıyan bir yönetimin sloganlarında mantık aranır mı?

Bu romanda dünya, üç süper devlet arasında paylaşılmış durumdadır.
• Avrupa ve Asya'nın Portekiz'den Bering Boğazı'na kadar uzanan kısımları; Avrasya (Eurasia),
• Kuzey ve Güney Amerika, Britanya, Avustralya ve Güney Afrika; Okyanusya (Oceania),
• Çin ve onun güneyindeki ülkeler, Japon adaları, Mançurya, Moğolistan ve Tibet'in büyük kısmı; Doğu Asya (East Asia) içerisinde yer alır. Bunlar dışında yer alan bölgeler aralıksız süren savaşlarla sürekli el değiştirir. Bu el değiştiren bölgelerin halkları da köle olarak adlandırılırlar. Köleler, hangi süper devletin eline geçerlerse geçsinler durumlarında bir değişme olmaz. Sürekli çalışmak zorundadırlar. Devletlerin kendi halklarında da sınıfsal bir yapı görülür. En alt sınıf olan proleterler, partililerin gözünde hayvandan farksızdır. Öyle ki "Proleterler ve hayvanlar özgürdür." derler.

Bu üç süper devlette de ideoloji esasında aynıdır. Okyanusya'daki adı İngsos; Avrasya'daki adı Yeni Bolşevizm; Doğu Asya'daki adı Ölüme Tapınma'dır. Üç ideoloji de esas itibariyle gerçek sosyalizmin hayata geçirmeye çalıştığı her şeyin karşısındadır ve bunu sosyalizm adına yapar. Özellikle İngsos'un, çoğu totaliter rejimin aksine ulaşmaya çalıştığı bir hedef yoktur. Tek hedef; partinin iktidarıdır. Aralıksız süren savaşların nedeni bile iktidarı elde tutmaktır. (Bunun nasıl olduğunuysa romanı okuyunca göreceksiniz.) Parti, korku, propaganda ve beyin yıkama çalışmalarıyla halkı kontrolü altında tutar. Tüm dış parti üyelerine zorunlu sabah sporu yaptırılır. Bilim adamları, yalnızca parti çıkarları için çalışır. Yeni silahlar üretir. Televizyonların hem alıcı hem verici olarak kullanılmasıyla tele ekranlar (telescreen) icat edilmiştir. Böylece parti her an, herkesi izleme olanağına sahip olmuştur. (Aslında bu yönüyle düşündüğümüzde -her yanın kameralarla bezeli olduğunu düşünürsek- günümüzü nasıl da görmüş Orwell.) Halkın açlıktan kırılmasına rağmen tele ekrandan her gün üretimin hedefleri aştığı, ekonominin düzeldiği, refah seviyesinin arttığı haberleri yayılır.

Partinin beyin yıkama çalışmalarının ne derece başarılı olduğunu anlamak için kitabın ana bölümlerinden üçüncüsünde Parsons'un tutumunu okumak yeterlidir.

"Suçlu musun?" diye sordu Winston.
"Elbette, suçluyum!" dedi, Parsons. Köleye yakışır bir tutumla tele ekrana baktı, "Parti hiç suçsuz adamı tutuklar mı sanıyorsun!"

Parsons'a göre parti "Suçlusun!" diyorsa, suçlusundur. Beyni o kadar yıkanmış ki suçu işleyip işlemediğini dahi bilmiyor. Parti ne derse odur. Aksi diye bir şey yoktur. Parti, sahiplenici ve kucak açıcıdır. Her ne kadar hükmedici ve beyin yıkayıcı da olsa...

Baştan sona bir umutsuzluk havası kitabın bütününe sinmiştir. Kitabı okurken partinin asla devrilemeyeceği, geçmişin değiştirilebilir olduğu iliklerinize kadar işler. Romanda aynı zamanda kimseye güvenemeyeceğin duygusunu da alırsın yaşanan olarlar yüzünden. Kısacası kendini kahramanların yerine koyarsın. Bu etkiyi yansıtırken yazarın takındığı üslûbun ustalığı göze çarpar. Hâl böyle olunca da okur, kitaptan sonra kâbus görmüş gibi oluyor.

Kıtlık ve kısıtlanmışlık yüzünden halkta meydana gelen öfke ve nefret başka bir kanala aktarılır. Partiye -sözde- ihanet etmiş olan Emmanuel Goldstein'a ve o an için Okyanusya hangi devletle savaşıyorsa ona. Bu nefret nöbetleri, düzenlenen Nefret Haftası ya da İki Dakikalık Nefret seanslarıyla bu hainlere ve düşmanlara aktarılırdı. Halk ise her şeyin asıl sorumlusu olan partiye inanıp güvenmeye devam ederdi. Orwell romanında bu nefret nöbetleriyle ilgili şöyle diyor: "Nefretin en ürkünç yanı, katılma zorunluluğu olmamasına karşın, aksini yapmanın, insanın elinde olmamasıydı."

George Orwell'in Hayvan Çiftliği'nden sonra yazdığı -ikinci- alegorik politik romanıdır bu. Bu roman da bir korku veren ütopyadır. Sosyo-psikolojik yanları da vardır. Romanda geçen Big Brother (Büyük Birader) imgesi günümüzde de sıklıkla kullanılmaktadır. Büyük Birader, her şeyi görür ve bilir. Ne zaman doğduğu bilinmez ve asla ölmeyecektir. Partinin en üst tabakasında o vardır. Aslında o bir imgedir. Ayrıca günümüzde hemen hemen herkesin de aşina olduğu bir kavram olan "Düşünce Polisi" kavramı ilk kez bu romanda ortaya atılmıştır.

Kitap her ne kadar "Kapitalistlerin Kutsal Kitabı" olarak tanınsa da esasında kitap, "Anarşizme Methiyye" niteliğindedir. Kapitalizme de alabildiğine saldırır. Aslında kitap, Orwell'in diğer distopyası Hayvan Çiftliği gibi totaliter rejimleri eleştiriyor, sosyalist sistemi değil. Çünkü Orwell, zaten kısacık olan hayatının bir bölümünde gerçek bir sosyalist. Ancak Stalin'in Sosyalizm adına yaptığı zulümleri görünce dünyası yıkılıyor. Daha sonra sosyalistlere karşı savaşmaya başlıyor. Bu yönüyle baktığınızda aslında Stalin'e ve onun baskıcı yönetimine karşı bir tutum içinde, sosyalist ideolojiye karşı değil. İşte iki romanında da böyle baskıcı yönetimleri eleştiriyor, esas Sosyalizmi değil. Buna rağmen ne acıdır ki kitapları soğuk savaş nesnesi olmuştur. (Sovyetler Birliği'ne karşı Amerika'nın elindeki en önemli kozlarından birisi konumuna yükselmiştir ve acilen NATO ülkelerinin dillerine çevrilip baskıları yapılmıştır.) Aslında Orwell, Stalin yönetimini İngsos rejimi adıyla kurgusallaştırıyor. İkisi de sosyalizm adına sosyalizmin karşısındadırlar. İkisi de işkence yöntemini kullanır. Tabi farkları da var. İngsos rejimi, Stalinizm'i aşmış, onu da içinde eriterek yetkinleşmiş ve asla yıkılamayacağına herkes tarafından inanılmış bir yapı. Ancak yine de Stalin yönetimiyle benzer tarafları yadsınamaz. Şunu da belirtmeliyiz ki Stalin'in zulümlerini eleştiren herkes Sosyalizm düşmanı değil. Kısacası bu romanı gerekçe göstererek Orwell'i Sosyalizm düşmanı ilan etmek adice bir harekettir. Roman eğer bir ideolojiye ait olacaksa bu asla Kapitalizm değil; olsa olsa Anarşizm olur.

Roman ilk olarak "The Last Man in Europe" (Avrupa'daki Son Adam) ismiyle yazılmış. Ancak romanın ABD ve Birleşik Krallık'taki yayıncısı pazarlama meseleleri nedeniyle romanın adını "Nineteen Eighty-Four"a (Bin Dokuz Yüz Seksen Dört) çevirmiştir. Roman, 1984 yılında filme de uyarlanmıştır.

Bu kadar teknik bilgiden sonra biraz da romanın içeriğine geçelim. Roman üç ana bölümden ve bir "Ek"ten oluşuyor. İlk bölüm 8; ikinci bölüm 9; üçüncü bölüm 6 adet küçük parçaya ayrılmış. Ana bölümlerden ilki genel hatlarıyla durumu betimliyor. Kahramanları tanıtıyor. (Diyebiliz ki her şey bir günlükle başlıyor. "4 Nisan 1984") İkinci bölüm, başkahraman olan Winston Smith'in aşkını -yani "partiye karşı çıkma" hikayesini- ve yakalanışını anlatıyor. Üçüncüsüyse baştan sona yedi yıl sürecek bir işkence bölümü. Ek bölümde de, Okyanusya'nın resmi dili olan Yenikonuş'un kökeni ve yapısı anlatılıyor.

Yenikonuş, İngilizce orijinalinde Newspeak diye geçiyor. Bu dil, her yıl küçülen sözcük dağarcığı ile diğer dillerden ayrılır. Üstelik sürekli küçülmesi için yeni yollar bulunur. Çünkü seçim alanı daraldıkça, düşünme sistemi de o hızla azalmaktadır. Yöneticilerin bunda çok sinsi bir amaçları vardır. Bir iki nesil sonra insanlar "isyan" fikrini ifade edememekten de öte, isyan fikrini düşünemeyeceklerdir bile.

Roman kötü sonla bitiyor. Winston, O'Brien ile "karanlığın olmadığı bir yer"de buluşuyor. Ama bu, hiç de onun yararına olmuyor. Burada bile -yani romanın kötü sonla bitmesinde ve Winston'un kaybeden olmasında bile- aslında romandaki genel umutsuzluk haline hizmet eden bir durum var. Zaten roman kötü bitmeliydi, Winston kaybetmeliydi ki biz romandaki o atmosfere iyice girebilelim. Partinin yıkılamazlığına iyice inanalım. "Winston bile bir akşam, Kestane Ağacı Kahvesinde kendini Büyük Birader'i severken bulabiliyorsa bu parti yıkılamaz." İşte bu hissiyatı çok iyi yansıtmış bu roman. Orwell'in hasta ve gelecekten umudunu kesmiş olması da romanını böyle bitirmesinin sebeplerinden biridir hiç kuşkusuz. Winston'ı Büyük Birader'in karşısında pes ettirir, bir yıl sonra da hayata gözlerini yumar Orwell.

Ayrıca Türkçe'ye "Çiftdüşün" diye çevrilen "Doublethink" kavramı hakkında da bir şeyler söylemek isterim. Çiftdüşün, partinin belki de en temel ilkesidir. İki çelişik düşünceyi aynı anda kabullenmektir. Gerçekle oynandığını bilip gerçeğin zedelenmediğine kendini inandırmaktır. Bu işlem bilinçli yapılmalıdır, yoksa kesinliğini yitirir; ama aynı zamanda bilinçsiz de olmalıdır, yoksa bir düzenbazlık ve dolayısıyla da bir suçluluk uyandırır. Çiftdüşün sözcüğünün kullanımı bile, çiftdüşün'ü gerektirir. Bu ilkeye göre; eğer parti siyahın beyaz olduğunu söylerse, hemen buna inanmalı, daha sonra inandığını da   -çiftdüşün yöntemiyle- unutmalı, onu kabullenmeliydin. Siyah zaten beyazdı. Var olduklarından beri böyleydi. Hiçbir zaman da değişmemişti. Tıpkı eğer parti isterse iki kere ikinin beş edebilmesi gibi... İşte böyle bir kavramı felsefe dünyasına armağan etmesiyle bile değeri paha biçilemez biridir George Orwell.

Okyanusya'da dört bakanlık vardı: Yanlış bilgilendirmeden sorumlu Doğruluk Bakanlığı, savaştan sorumlu Barış Bakanlığı, kıtlık yaratmaktan sorumlu Bolluk Bakanlığı ve işkenceden sorumlu Sevgi Bakanlığı. Bakanlıkların isimleri de çiftdüşün yöntemiyle oluşturulmuştu.

Sevgi Bakanlığı, parti politikası olan "yok edilecek olanları bile iyileştirme" işini yürütüyor. İşkence ile partiye bağlı hale getiriyor kişileri. Sözümona doğru yolu bulmalarını sağlıyor. Çünkü daha sonraları kahraman olmaları istenmiyor bu yok edilenlerin. Parti burada Engizisyon Mahkemeleri'nin yanlış uygulamalarından ders aldığını belirtiyor. Bu yüzden önce iyileştirip sonra buharlaştırıyor.

Romanda geçen buharlaştırılma olayını buradan yaptığım bir alıntıyla açıklamak istiyorum. "Büyük Birader olarak ifadesini bulan hükümeti eleştirmeyi aklından bile geçirmen suç. Nasıl anlaşılıyor peki bu? Bir ortamdasındır. Biri hükümetin icraatlarından bahsediyordur. Eğer ki bu icraatleri küçümser bir yüz ifadesi takınırsan buharlaştılıyorsun. Buharlaştırılmak, ölümden beter bir ceza. Ha ucu yine ölüm ama. Cismen ölmenin yanısıra ismen de ölmek. Sanki hiç var olmamışsın gibi." Burada gayet güzel açıklanmış buharlaştırma olayı. Ancak buharlaştırma yalnızca yüz ifadeleri ya da fikirleri yüzünden yapılmaz. Mesela, parti için çalışan Syme karakteri yalnızca akıllı olduğu, düşündüğü, yani partinin esas fikirlerini kavradığı için yok edilir.

Karakterlerden söz açılmışken Julia'dan bahsedelim. Julia, aslında sığ düşünceli biri. Partinin fikirlere müdahale etmesine karışmıyor. Yalnızca onun özgürlüklerini kısıtlayan yasaklarını çiğniyordu. Partiye kızgınlığı baskıcı yönetimden kaynaklanmıyordu. Winston'a da dediği gibi gelecek nesiller onun umrunda değildi. Parsons'a ve çocuklarına baktığımızda durum bambaşka bir boyut kazanıyor. Partinin aileyi birbirine yabancılaştırma, düşman etme ve hatta çocukları muhbir olarak kullanma politikasının etkilerini görüyoruz. Ayrıca Parsons'un kendini ihbar eden çocuklarıyla gururlanmasını da hayretle okuyoruz. Karakterler son derece çeşitlilik gösteriyor. Amaçlarıyla, fikirleriyle ve davranışlarıyla... Tüm bu aile bağlarını yok etme politikasına karşın parti, imge olarak bir aile üyesinin adını biraderi (brother, erkek kardeş) kullanıyor. Büyük Birader, her ailenin doğal bir ferdi durumuna geliyordu.

Kitaptaki "Big Brother is watching you." sloganı da Türkçe'ye "Büyük Biraderin gözü sende." diye çevrilmiş. Olabilecek güzel bir çeviri. Ancak bu cümlede kullanılan "(to) watch" kelimesine verilen çift anlamlılık başka bir dile çevrildiğinde ne yazık ki tam anlamıyla yansıtılamıyor.Onu da şöyle açıklayabiliriz: İzlemek anlamındaki "watch" ile tele ekranlarla sürekli izlendiği hatırlatılıyor insana. Gözetmek anlamındakiyle ise Büyük Birader'in olanca şefkatiyle onu koruyup kolladığı, gözünü ondan ayırmadığı anlatılıyor. Bu iki anlamı tek sloganda erittiğinizde ise partiyi ve Büyük Birader'i kaygı verici bir biçimde sevmeye başlarsınız.

Şunu da belirtmek gerekir. Böyle bir eseri çevirmek oldukça zordur. Bunun bir edebi eser olmasının zorluklarının yanında bir de kendine özgü terminolojisinin getirdiği zorluklar var. Özellikle Ek bölümün çevrilmesi, çevirmenin İngilizce dilbilgisinin derinliği kadar Türkçe dilbilgisi de gerektiriyor. Yalnızca dilbilgisi de yetmiyor. Aynı zamanda Türkçe'de tam karşılığı olmayan, yazarın kurgu içerisinde kendi uydurduğu sözcükleri çevirmek, hayalgücü de istiyor. İşte bu zorlukların üstesinden geldiği için eseri çeviren Nuran Akgören'i tebrik ediyorum.

Kitap-içinde-kitap olan "Oligarşik Kolektivizm Kuram ve Uygulaması" da adeta siyaset dersi veriyor. Hayata bakışınızı değiştiriyor. O bölümü yazarken Orwell, gerçekten de siyasi birikimini konuşturmuş ve eserini oturttuğu politik temeli ayrıntılarına kadar betimlemiş.

"Geçmişi denetleyen geleceği de denetler; şu ânı denetleyen geçmişi de denetler." sloganı partinin tarihi olguları değiştirmesini meşrulaştırıyor. Üzerinde biraz daha düşündüğünüzde partinin sürekliliğini de buradan çıkarmak mümkün aslında. Belki de romanın ana temasını bu slogan oluşturur. Belki de bu: "Kimse bir devrime bekçilik etmek için diktatörlük kurmaz; devrim diktatörlüğü kurmak için yapılır." Bu cümleler hakkında sayfalarca yazı yazılabilir. Ancak bir parça düşünmek, tüm o sayfalardan değerlidir. Bu cümlelerin yorumunu size bırakıyorum.

Romanda proleterler hakkında da pek çok cümle geçiyor. "Bilinçleninceye dek başkaldırmayacaklar, başkaldırmazlarsa da hiçbir zaman bilinçlenemeyecekler." cümlesi onlardan biri. Partinin yıkılamazlığına atıf yapılan cümlelerden biri daha. Bir kısır döngüyü anlatıyor. Zaten parti kitaplarından birinden alıntı.

Kitapta E. M. Forster'in "Orwell Büyük Biraderimiz" başlıklı kısa bir yazısı var. Bu yazıda Orwell ile ilgili şöyle diyor: "Kitaplarına yaslanmak isteriz, iğne gibi battıklarını fark ederiz." Cümle bu kitapla ne kadar örtüşüyor. Kitap aynen iğne gibi batıyor. Bugün tartışmaya açılan "Düşünce Polisi" kavramından 1949'da basılan bir kitapta söz edilmesi de Orwell'in ileri görüşlülüğünün en önemli kanıtıdır aslında. Tıpkı romandaki tele ekranlar ve günümüzün her yeri kaplayan güvenlik kameraları gibi...

Winston'un günlüğünden bir alıntıyla bitirelim yazımızı. "Geleceğe ya da geçmişe, düşüncelerin özgür olduğu, insanların birbirlerinden farklı olduğu, ama yalnız yaşamadığı bir zamana, gerçeğin var olduğu ve yapılmış bir şeyin yok edilemeyeceği bir zamana:
Tekdüzelik çağından, yalnızlık çağından, Büyük Birader çağından, çiftdüşün çağından selâmlar!"