Kırmızı Pazartesi - Gabriel García Márquez

Kitabın Künyesi

Yazarı: Gabriel García Márquez
Orijinal Adı: Crónica de una muerte anunciada
Çeviren: İnci Kut
Sayfa Sayısı: 107
Tür: Dünya Edebiyatı
Yayınevi: Can Yayınları
ISBN:
978-975-07-2157-1
Baskı Tarihi
: Nisan 2015

Özgün Dili: İspanyolca
Fikrim: Yıllar önce işlenmiş bir cinayeti, kendi kültürel altyapısı içinde anlatan 
bu kısa kitap sıkılmadan okunabilir. Çıkış noktası, yazarın tanıklık ettiği gerçek bir hikaye olduğu için anıları sevenlerin de hoşuna gidecektir.

Arka Kapak - Tanıtım Yazısı


Kolombiyalı büyük yazar Gabriel García Márquez'in 1981'de yayımlanan yedinci romanı Kırmızı Pazartesi, işleneceğini herkesin bildiği ancak engel olmak için kimsenin bir şey yapmadığı bir cinayetin öyküsü. Hem Kolombiya'da hem de dünyanın dört bir yanındaki pek çok ülkede sarsıcı etkileri olmuş bir roman. Usta yazar, çocukluğunu geçirdiği kasabada yıllar önce yaşanmış bir cinayet olayını kendi sözcükleriyle, kendi eşsiz anlatımıyla aktarıyor. Romanın kahramanı Santiago Nasar'ın öldürüleceği daha ilk satırlardan belli, ancak sonun baştan belli olması, kitaba sürükleyiciliğinden bir şey kaybettirmiyor.

Kırmızı Pazartesi, yalnızca bir cinayetin arka planını değil, bir halkın ortak davranış biçimlerinin portresini de çiziyor. Böylece, sonuna dek ilgiyle okuyacağınız bu kısa ve ölümsüz roman, bir toplumsal ruhçözümlemesi niteliğini de kazanmış oluyor.
 
Eleştiri Yazısı

"İŞLENECEĞİNİ HERKESİN BİLDİĞİ BİR CİNAYETİN ÖYKÜSÜ"


Bu kitabı kısaca özetlemek gerekirse söylenecek şey tam da bu olurdu. Ancak kitabın özeti desek bile bu tanım romanın sonunu değil; daha ilk satırda söylenen bir gerçeği, bir adamın cinayete kurban gideceği gerçeğini yüzümüze çarpıyor. Aslında yukarıdaki tamlama kitabın orijinal adının dilimize bir tercümesi. Bu dururken "Kırmızı Pazartesi" şeklinde bir başlık son derece gereksiz kalıyor çünkü kitapta anlatılan ana olay okura bir sürpriz değil, sürpriz olmadığı için orijinal başlık olarak da açıklayıcı bir isim seçilmiş. Bizde neden bu kadar yanlış ve kitapla alakasız bir ad seçildiğine anlam veremedim. Oysaki kitabın diğer yabancı dillere çevirilerinde de asıl isme bir şekilde sadık kalındığını görüyoruz: örneğin, İngilizce çevirisi "Chronicle of a Death Foretold" gibi.

Kitabın ilk bölümünden itibaren bir karakter bombardımanına uğruyorsunuz. En başta, özellikle anlatıcı ile öldürülen adam birbirine girebiliyor. Kitap boyunca çok fazla karakter var. Bu nedenle de kitabın sonuna gelseniz bile karakter isimlerini karıştırabiliyorsunuz. Bunun bir sebebinin, zaten kısa olan kitabın, karakterlerin derinlemesine tanıtılmasına izin vermemesi olduğunu düşünüyorum. Bir diğer sebebi de Latin Amerika isimlerine çok fazla alışık olmamamız ve kitap boyunca herkesin sürekli ad-soyad şeklinde anılması olabilir.

Anılarında kalan eski bir hikayeyi öyküleştirmek isteyen yazar, olayın tanıklarıyla yıllar sonra tek tek görüşmüş. Olaydan yıllar sonra alınmış bu ifadeler sayesinde eksik parçalar tamamlanmış. Hatta bazı yerlerde doğrudan röportaj gibi cümleler var kitapta. Ancak üzerinden uzun yıllar geçtiği için bazı tanıklar detayları unutmuş, bazıları ölmüş, bazılarından haber alınamamış, bazılarına da yazar ulaşamamış. Hatta Angela Vicario'nun annesi yazarla bu konuyu kesinlikle konuşmak istememiş. Bu kadar önemli bir kişi konuşmadığı için, kitapta onunla ilgili bölümlerde yazar kendi hatıralarından yararlanmak zorunda kalmış. Dolayısıyla bütün bilgilere ulaşılamadığı için bazı parçalarda eksiklik seziliyor. Olayın her ayrıntısına hâkim bir bakış açısı yok kitapta. Yazarın kendi yaşadığı bir olay olduğu için onun gözünden görüyoruz olayları. Tanıkların ve olayı yaşayanların anlattıkları kadarını bilebiliyoruz ancak.

Kitap bir namus cinayetini anlatıyor. Ancak son bölümde, öldürülen kişi olan Santiago Nasar'ın bu olayda tamamen masum olabileceğini de öğreniyoruz. Gerçekleri Angela Vicario'dan başka bilen kimse olmamasına rağmen birtakım delillere dayanılarak onun suçlu olamayacağı ima ediliyor. Örneğin ikisi daha önce hiç birlikte görülmemişler; bununla beraber Santiago'nun kendini beğenmiş ve zampara kişiliği nedeniyle o kıza ilgi duyabileceği düşüncesi de çok mantıksız geliyor yazara. Hatta yaşadıkları kasabada bile uzunca bir süre Angela'nın başka birini korumak için, ağabeylerinin dokunmaya cesaret edemeyeceklerini düşündüğü Santiago Nasar'ın adını verdiği konuşuluyor. İşte kitapta tam da bunların anlatıldığı 90. sayfada yazar, sorgu yargıcının kaleminden romandaki şu meşhur sözü verir: "Bana bir önyargı verin, dünyayı yerinden oynatayım."

Kitabın en başında; her işi iyi yapan, her şeyden anlayan zengin adam Bayardo San Román, evlenmek için Angela Vicario'yu seçtiğinde, kızın ailesi başta olmak üzere herkes mutlu olmuştu ancak bu evlilikle başlayan olaylar silsilesinin, yıllar sonra facia ya da felaket diye anılacağını tahmin edemezlerdi elbette. Kızını "Aşk da öğrenilir." diyerek susturan anne, yıllar sonra bu olayla ilgili tek kelime edemez hale geleceğini bilebilir miydi? Bilse aynı cümleyi kurmaya cesaret edebilir miydi?

Düğünün anlatıldığı bölümler farklı bir kültüre dair ipuçları veriyor. Düğün evine gelenlerin üstüne pirinç taneleri atılması beni çok şaşırtan bir detaydı kitapta. Bunun yanında gelinlerin taktığı, kitapta "saflığın simgesi" olarak anılan portakal çiçekleri bizim kültürümüzdeki kırmızı kuşakla büyük benzerlik gösteriyor. Kasabaya belli tarihlerde bir gemiyle gelen piskopos toprağa ayak basmak için gemiden inmediği halde insanlar onun duasından yararlanmak istiyorlar ve evdeki hastalarını dışarı çıkarıyorlar, yatalak hastalarını kapı eşiklerine yatırıyorlar. Piskopos için yapılan hazırlıklar da çok ilginç. Örneğin piskoposa, çok sevdiği horoz ibiği çorbasını yapabilsin diye onlarca horoz hediye ediyorlar. Bu bahsedilen geleneklere benzer şekilde verilen birçok detay okura toplumbilimsel katkılar yapıyor.

Bunlara ek olarak sosyolojik ve psikolojik tespitler var kitapta. Örneğin; cinayet işleyecek ikizlerden biri olan Pablo Vicario'nun nişanlısı Prudencia Cotes, bu namus cinayetini bir erkeklik meselesi olarak görüyor ve görevini yapamazsa Pablo ile evlenmeyeceğini söylüyor. İkizlerin üstündeki baskı öyle bir seviyede ki mahkemede bu cinayeti aynı nedenlerle bin kez de olsa yeniden işleyeceklerini beyan ediyorlar. Sosyal baskı ikizlerin üzerine adeta korkunç bir yük olarak çöküyor. Belki de birini öldüreceklerini herkese duyurmalarının sebebi budur. Çünkü okur olarak bizler anlatımdan ikna oluyoruz ki ikizler aslında bu cinayeti işlemek istemiyorlar; birisi engel olsun diye uğraşıyorlar; geciktirdikçe geciktiriyorlar yapacakları işi. Ama hiç kimse engel olmayınca ve yetkililer dahi sorumsuzca davranınca çaresiz cinayet işlemeye mecbur kalıyorlar. Gelinen noktada "Bu cinayetin asıl sorumlusu kim?" sorusu gelip kafamıza dank ediyor. Sadece ikizleri suçlayan bir cevap verebilir miyiz bu soruya? Elinden çokçası geldiği halde hiçbir şey yapmamayı tercih eden insanlar çok mu masum peki? Bana göre yazar, toplumun kendisinin oluşturduğu namus kavramı nedeniyle -belki- masum bir insanın katledildiği bu cinayet için toplumun bütününü itham etmiş. Bir anlamda, cinayetten sonra her yerin Santiago Nasar kokması, hatta bu kokunun ikizlerin atıldıkları zindana bile geliyor olması da yine işin psikolojik boyutuyla ilgili bence. Katiller dahil olmak üzere herkeste derinden hissedilen bu suçun bir dışavurumu.

Tüm ayrıntılarıyla apaçık ortada duran bir cinayete nasıl olur da hiç kimse engel olamaz? Kasabada genel bir umursamazlıktan söz etsek de orada yaşayan herkesin bu cinayete kayıtsız kaldığını söyleyemeyiz. Engel olmak için çabalayan insanlar da var. Kitabın ilk bölümünde 20. sayfada bahsedilen ihbar mektubu ilginç bir şekilde hiç kimsenin eline geçmiyor. Son bölümde 103. sayfada bu mektubu gördüğünden özellikle bahsedilen Santiago Nasar'ın annesi Plácida Linero, buna aldırmayarak koşuyor ve evin kapısını kapatıp sürgülüyor. Çünkü oğlunu evde sanıyor, kapıyı kapatırsa katletmeye gelenlerden onu kurtarabileceğini düşünüyor. İşte bu yüzden, eve girmesine sadece birkaç saniye kala kapanan evinin kapısı önünde öldürülüyor Santiago Nasar. Bütün bunlar ister istemez bir "Kader mi, talihsizlik mi?" sorgulamasına yol açacak olaylar bana göre. Zirâ 71. sayfada yazarın ağzından da şunu duyuyoruz: "Santiago Nasar'ın kaderinin acımasızlığını düşünüyordum: 20 yıllık mutlu yaşamını yalnızca canını alarak sona erdirmekle kalmamış, aynı zamanda bedenini paramparça ederek ortalığa dağıtıp yok etmişti." 

Olayla ilgili ayrıntılara ulaşmak için dava dosyasını bulmaya uğraşan yazar, berbat bir arşivleme nedeniyle raporun yalnızca bir kısmına ulaşabiliyor. Bu dosyadan yararlanarak yazdığı bazı bölümler gerçek bir otopsi raporu gibi son derece ayrıntılı tasvirlere sahip. Cesedi sorgu yargıcı gelene kadar bile muhafaza edememenin korkunçluğuyla ürperiyorsunuz. Kitabın sonunda cinayet ânının anlatıldığı kısımda da aynı hisse kapılıyorsunuz. İkizlerin adam çabuk ölsün diye uğraşıp telaştan daha da başarısız olmaları ve sonuç olarak işkencevâri bir cinayet işlemeleri fazlaca detaylandırılmış. Öyle ki 'adamın karnına yediği bıçak darbesiyle bağırsaklarının dışarı fırlaması' gibi vahşi anlatımlar mevcut bu bölümde. Sonrasında ise Santiago Nasar'ın kendi bağırsakları elinde yürürken yazarın halasına rastlayıp ona "Beni öldürdüler, Wene Hala" demesi de korkunç olduğu kadar kitap için etkileyici bir son olmuş.

Kitabın kapağında hemen bir tavşan göze çarpıyor. Daha ilk bölümde 16. sayfada evin aşçısının, köpekleri, daha dumanı tüten tavşan işkembesi ve bağırsaklarıyla beslediğini gören Santiago Nasar, dehşete kapılarak aşçıya "Bu kadar acımasız olma. Onu bir insan olarak düşünsene." der. Görüntüden bile o kadar ürperen adamın iç organları ortalığa saçılarak öldüğü dikkate alındığında kapakta bıçaklarıyla duran ikizlerin yanındaki tavşan, Santiago Nasar'ı simgeliyor olmalı!

Doktor gelene kadar cesedin muhafaza edilemeyeceği anlaşılınca kasabanın rahibi otopsiyi gerçekleştirmekle görevlendiriliyor. Rahibin yazdığı raporu okuyan doktorun, 70. sayfanın ilk paragrafında yaptığı "Bu kadar ahmak olmak için ancak papaz olmak gerekir." yorumu alttan alta bir din-bilim çatışmasını akla getiriyor.

Kitabın son bölümünde özellikle olayın toplum hafızasında edindiği yere ve belki daha da önemlisi toplumun fertlerinin hayatına birebir etkisine değinilmiş. Facianın akabinde ailesiyle uzak bir kasabaya taşınan Angela Vicario'yu yazarın, yirmi üç yıl sonra saçlarına sarımtrak aklar düşmüş halde dikiş dikerken görmesi çok dramatik. Yeni çiftin yaşaması için alınan ev ve arabanın facia sonrası terk edilmesi, sonra da çürüyüp dökülmesinin anlatıldığı bölümler de öyle.

Başka bir ülkenin yargılama metodu ve hukukî süreci hakkında az da olsa bilgi almak benim ayrıca işime yaradı. Özellikle sorgu yargıcı, onun hazırladığı rapor ve diğer yargısal terimleri öğrenmek ilginçti. Çünkü bizim şu anki ceza yargılama usûlümüzde sorgu hâkimi ya da daha eski ismiyle müstantik adıyla bir görevli bulunmamakta. Aynı zamanda çok daha önemli bir şey öğretti bu kitap bana. Okurken 73. sayfaya geldiğimde "Türk" kelimesine rastlayarak şaşırdım. Hemen sayfanın altında, "Güney Amerika ülkelerinde Ortadoğu'dan göçen Arap kökenlilere Türk gözüyle bakılır." yazan çok üzücü bir çevirmen notuyla karşılaştım. Babası Arap kökenli olan Santiago Nasar öldürülünce civarda yaşayan Araplar, öç almak için katil ikizleri kovalamaya başlıyor. Bu durum peşpeşe önyargıları beraberinde getiriyor. Tutuklanan ikizler, ağır bir ishale yakalandıkları için Araplar tarafından zehirlendiklerini düşünüyorlar. İkizlerin dışındakiler, daha da vahşi bir olasılığı; Arapların geceyi bekleyerek tepe penceresinden içeri benzin döküp ikizleri diri diri yakacaklarını varsayıyorlar.

Kitabın başka bir yerinde ise Santiago Nasar'ın ahlaksızlığı nedeniyle utanç duyması gerektiği ve onu öldürmeye gelenlerden kaçması gerektiği düşünülüyor. Adamın düğünden sonraki sabah yaşanan olaydan habersiz olduğu ve hakkındaki cinayet planlarını bilmediği hiç hesaba katılmadan, hakkında "Buradaki bütün Türkler gibi parasının kendisine dokunulmazlık kazandırdığını sanıyordu." yorumu yapılıyor. Görüldüğü üzere "Türk" kelimesi ne yazık ki yüzyıllardır üstlendiğimiz "Ortadoğulu" imajı yüzünden dünyanın her yerinde kötü bir çağrışıma sahip. Bu kitap bu gerçeği hiç tahmin etmediğim bir biçimde yüzüme çarpınca rahatsız olduğumu açıkça itiraf etmeliyim.

Kitap, Can Yayınları'nın alışıldık beyaz kapaklarının yerini alan yeni tasarımlardan birine sahip. İlk başta yayınevinin bu kararı okurlar tarafından yadırgansa bile daha fazla emek verildiği belli olan yeni kapakların göze çok hoş geldiği muhakkak. Ancak eski tasarım baskıların bazılarında, bu yazının ilk paragrafında bahsettiğim orijinal ismin çevirisi, kapaktaki "Kırmızı Pazartesi" yazısının hemen altında yer almaktaydı. Şimdi ise kitabın iç sayfalarında ancak kendine yer bulabilmiş olması eleştirilecek bir noktadır bana göre. Bunun haricinde kapağıyla aynı tasarıma sahip bir ayraç da çıkıyor kitabın içinden. Ben kitaplara özel basılan bu tarz ayraçlardan özellikle hoşlanıyorum. Keşke tüm kitapların içinden böyle özel ayraçlar çıksa...

Kendi geliştirdiği "Büyülü Gerçekçi" tarzıyla aynı anda hem fantastik hem gerçekçi unsurları eserlerinde kullanan yazar, 1982 yılında Nobel Edebiyat Ödülü'ne layık görülmüştür. Can Yayınları da bu vesileyle yazarın tüm yeni baskı kitap kapaklarında sol üst köşede "1982 Nobel Edebiyat Ödülü" yazan bir damga kullanmış.

Ben bu yazıyı kitabın en başında yer alan bir cümleyle bitirmek istiyorum. Kitabı açtığımızda Portekizli oyun yazarı ve şair Gil Vicente'nin oyunlarının birinden, okuyanı düşünmeye sevk eden bir alıntı karşılıyor bizi. Diyor ki:

"Aşk avına çıkmak, şahinle avlanmak gibidir."

Not: Yukarıda romanın nasıl bir sosyal ortamda geçtiğine biraz değinmeye çalıştım. Ancak o toplumun sosyo-kültürel açıdan ayrıntılı bir incelemesini buradan okuyabilirsiniz.

Bu Roman O Kız Okusun Diye Yazıldı - Enver Aysever

Kitabın Künyesi

Yazarı: Enver Aysever
Sayfa Sayısı: 296
Tür: Türk Edebiyatı
Yayınevi: Doğan Kitap
ISBN: 978-605-09-2241-7
Baskı Tarihi:
 Kasım 2014

Özgün Dili: Türkçe
Fikrim: "Satır araları birtakım güzel tespitler içerse de yoğun tesadüfler ve gereksiz duygusallık gibi klasik bir melodramın karakteristik özelliklerini taşıyan kitap okuru aşırı derecede sıkıyor."


Arka Kapak - Tanıtım Yazısı

İstanbullu bir aşk bizim yaşadığımız
Bal renkli gözlü, rüzgârla gelen kız
Pardösüm uçurtma olmuş, ayaklarımı yerden keser
İlk şiirler söylenmeden içimde büyür keder.

Dans eden hayaline bakıyorum penceremde
Yıldızlara bulandım, yaralı sözler bu gece
Ses vermek için sana çırpınır bir haldeyim
Nefesim tükendi artık, aşk için acemiyim.

Ayrılık sözleri yakışmaz İstanbullu aşka
Seni bana getirdi dizelerle Cemal Süreya
Bu mektup o kız okusun diye yazıldı
Bu şarkı o kız söylesin diye yapıldı.

Eleştiri Yazısı

"Şiirin, edebiyatın izinden giderek özgürce haykırmak için umutla. 25/Nisan/2015" 

İzmir Kitap Fuarı'nda kitabı adıma imzalarken işte bu notu düştü Enver Aysever. İçinde bolca Cemal Süreya şiiri bulunan kitaba yazılacak uygun bir cümle elbette.

Kitaba yağmurlu bir günde başladım ve tesadüfen kitabın ilk bölümü de yağmurlu bir İstanbul gününde geçiyordu. Sonrasında bundan daha tuhaf şeyler de oldu: Romanda bahsedilen ortamı betimleyen birçok kötü olay, romanı okuduğum dönemde üst üste yaşandı. Karakterlerin eski yaşanmışlıkları anlatılırken arka planda bahsedilen şehit, ağıt, bombalama haberleri veya İstanbul'un önemli bir sorunu olan tanker kazaları günümüzde hiç değişikliğe uğramadan hala yaşanıyorsa bundan ülke olarak utanç duymalıyız! Burada yazarın gözlem ve analiz yeteneğini överken, ülke felaketlerinin hiç mi hiç değişmemesini de sonuna kadar sorgulamalıyız, diye düşünüyorum.

Yazarının ifadesiyle "bir gayrimüslimle bir Müslümanın aşkı değil; kendini diniyle, milletiyle tarif etmeyen iki gencin biraz dramatik ama mutlaka İstanbul'un duygusunu taşıyan aşkı" anlatılıyor romanda. En başta belirtmek isterim ki aşk romanları okumayı hiç sevmem. Vıcık vıcık aşk ve sevgi tasvirleri beni oldukça sıkar. Açıkçası bu romanda da yer yer o vıcık vıcıklığı hissettim.

Bununla beraber roman olağanüstü bir tasvir ve benzetme bombardımanına tutuyor okuru.  Daha en başta bu kadar tasvirle karşılaşmışken içinde bulunduğum isyan halini en iyi anlatan cümleyle yine kitabın 32. sayfasında karşılaştım: "Bunca tasvir yeter." 

Üstelik bazı betimlemeler de gündelik hayatta insanın aklına gelmeyecek tuhaf kelimelerle kurulmuş. Üstüne üstlük bu kelimeler kulak tırmalayacak biçimde sıklıkla kullanılmış. Bunlar da okurun betimlemelerin içine girememesini beraberinde getiriyor. Ayrıca tesadüflerin sıklığı, okurda gerçek olabilirlik algısını sekteye uğratıyor. Mesela aşıklar kaçarken hemen bir taksiye atlıyorlar. Peki, taksiyi nereden buluyorlar? Önceden mi ayarlamışlar? Bunlar anlaşılmıyor. Önceden ayarlamış olsalar taksicinin durumdan haberdar olması gerekirdi. Oysaki kendi iç sesinden olayı bilmediği anlaşılıyor. İşte bu gibi temelsiz tesadüfler çok can sıkıcı olabiliyor.

Koskoca bir bölümde bazen sadece üç beş hareketin olduğu, genelde şehir ve insan betimlemelerinin yapıldığı veya bir şeylere sitem içeren cümlelerin kurulduğu bir "roman" bu. Konuşma cümleleri neredeyse hiç yok kitapta. Aşk romanı olması sebebiyle zaten kurgusal anlamda da olağanüstü bir yapısı yok kitabın. Bunun üzerine diyalog bakımından da zayıf olması okurken aşırı sıkıyor okuyucuyu. Kitabın 77. sayfasında okurun bu hissettiklerini ilginç bir şekilde yazarın ağzından da okuyoruz: "... Buna tanıklık eden, eğer hoşgörülü değilse, bu aksak akış karşısında çoğu zaman öfkelenir. O ana dek birbirleriyle doğru dürüst konuştuklarına tanık olmayan okur, çıldırtıcı bir beklenti içindedir." Okurun hissettiklerini böylesine anlayan yazarın okuru çıldırtıcı beklentiden kurtarması gerekmez mi? Ne yazık ki okur çıldırtıcı beklenti yüzünden çıldır(tıl)maya devam ediyor. Uzun konuşmalar ilk kez 19. bölümde kızın kendi hayatını anlatmasıyla çıkıyor ortaya. Onlar da tiyatro tiratları gibi uzun monologlar. Aslına bakarsanız zordur diyalog olmadan olay örgüsünü sürdürmek. Lâkin bunu okuru sıkmadan başarmak daha da zordur. Ve bence asıl olması gereken de odur.

İşte tüm bu anlattıklarım yüzünden elimde sürünen kitap, bir vicdan azabı olup üzerime çökmüş oldu. Her ne kadar başkaca sebepleri olsa bile, uzun bir müddet yaşadığım kitap okuyamama sorunumun en önemli sebebinin bu kitap olduğunu düşünüyorum.

Bu kadar "kötüleme"den sonra kitabın güzel bir tarafının olmadığını düşünebilirsiniz. Aksine hoşuma giden yerleri de bir hayli fazla. Örneğin mekanlar oldukça canlı bir şekilde karşımıza çıkıyor. Vapuruyla, martısıyla, simidiyle, çayıyla gözümüzün önüne getirilen bir İstanbul var romanda. Mesela bankta oturan âşıklar ile yanlarındaki keman ve gitardan oluşan manzarayı bir aileye benzetmiş yazar. Bunun gibi başarılı başka benzetmeler de mevcut.

Müthiş bir şairin müthiş dizeleri eşlik ediyor roman boyunca bize. Şiirinde "Çünkü her yüz bir memlekettir." şeklinde muazzam kuvvetli benzetmeler ve imgeler kullanan şair Cemal Süreya'ya hayran bir başkarakter yarattığı için bile teşekkür borçluyuz Enver Aysever'e.

Özal'ın papatyaları vasıtasıyla iş bulan başkarakter, sonraları magazinciler ile ünlüler arasındaki derin tezadı sezince ait olmadığı yeri terk ediyor. Papatyalar, arı, bal, petek kavramlarıyla yaptığı telmih takdire şayan. Ancak bazı göndermelerse yersiz ve gereksiz. Boşu boşuna hikâyeyi dağıtmış, kitabı yormuş.

Yer yer anlatıcının belirsiz olması sayesinde bazı kısımları okurken deneme tadı alıyorsunuz. Bu esasen kötü bir özellik değil. Ancak bir roman okuduğunuzu sanırken deneme-vâri bölümlerle karşılaşmak okuru afallatıyor. Romandan bağımsız bakıldığında içinde fikir yazısı olabilecek çok güzel bölümler var. Örneğin romandaki 3 numaralı bölümün ilk iki paragrafı "Ölüm Üstüne" başlığıyla enfes bir deneme olabilir. Sayfa 102'deki "Mektup kimindir?" sorusuyla başlayan paragraf ile sayfa 137'deki dostlukla ilgili bölüm de herhangi bir deneme kitabında eğreti durmaz.

Bazen de anlatıcının orada olduğunu çok belli etmesi yüzünden bir Tanzimat romanı okuyor hissine kapılıyorsunuz. Örneğin 104. sayfada yer alan "Size yemin ederim ki, o gece yıldızlar teker teker indiler gökten ve odanın içinde selamladılar genç adamı." cümlesi, anlatıcının kendisiyle konuşmasına (ve dahası; yemin etmesine) alışık olmayan okura şok edici gelebilir. Aynı sayfada kedilerle ilgili de gereksiz romantizme kaçan bir anlatım tercih edilmiş. Ayrıca anlatıcının başkarakterden "bir roman kahramanıydı işte" şeklinde bahsetmesi veya olaylardan hareketle yaptığı "bu bir romandı işte" vurgusu romanı gerçekçilikten uzaklaştırmış. Zaten başkarakterden "Kahverengi Pardösülü Adam" diye bahsedilmesi de yazarın tabiriyle bir Fransız filmi tadında yapmış romanı.

Kitabın genelinde hep isimsiz kahramanlar var. "Yahudi kızı" veya "Bal renkli gözlü kız" olarak tanıştığımız kızın adının önce Eda sonra Rita olduğunu öğrensek de başkarakterin ismini hiç öğrenemiyoruz. O hep "Kahverengi Pardösülü Adam" olarak kalıyor. Roman boyunca hep "Şişman" diye bahsedilen karakter ise başlarda hayali bir karakter gibi. Bazen aniden beliriyor. Yâni pek yakında öleceğini öğrenen başkahramanımızın kafasında oluşturulmuş sanki. Gerektiğinde geliyor, ihtiyaç kalmadığında da gidiyor. Bu karakter gerçek olamayacak kadar karikatürize. Adı olmayan bu karakterden yalnızca "Şişman" diye bahsedilmesi bile bunu destekliyor gibi. Halbuki o karakter, son derece önemli görevler olan, "Bal Renkli Gözlü Kız"ın peşinde hafiyelik, "Kahverengi Pardösülü Adam"ın hasta yatağında bekçilik yapıyor. Kısacası, derinlemesine tanıtılmayı hak ediyor.

Kitabın başında apayrı hikayeler gibi ilerleyen iki farklı örgüden, ölmek üzere olan adamın hikayesi daha ilginç iken sonlara doğru aşıkların hikayesi ilginçleşiyor, en sonda ise iki hikaye birleşiyor. Ortalarından itibaren 'bunlar aynı kişi olmalı' hissi gelip yerleşiyor zaten. Birinin ömrünün son günlerine tanıklık etmek gibi bir şey bu kitap. Onun pişmanlıklarla, hayal kırıklıklarıyla dolu hikâyesi... Bal renkli gözlü kız ise, "Varlıklı kimseler kendini iyi hissetsin diye yoksullar yaratıldı" düşüncesinde olan biri. Onun da sevgi-nefret ikilemine şahit oluyoruz bir süre.

Âşıkların İstanbul'un kozmopolit yapısına bir gönderme yaptığı da yadsınamaz bir gerçek. Ancak kavuşmalarına izin verilmiyor. Böylece birlikte yaşama umutları baltalanan farklı din ve milletten insanı temsil ediyorlar. Öncelerde yazdığı mektupta Yahudilerden "hep haklı, hep yalnız, hep ürkek, hep isyanı bastırılmış ve nedense kaçak!" diye bahseden kız, sonraları ailesine "Eğer siz el uzatmazsanız, insanlar bizi nasıl tanıyıp sevecekler?" diye soruyor. Bu tespit son derece önemlidir zirâ önyargıdan korkan ve saklanmak zorunda kalan azınlıkların da bunda tamamen suçsuz olmadığını vurgular. Ancak azınlığın bu kapalı yapısının yanında, Yahudi kızının okulda dışlanması ve gerçek ismi olan Rita yerine Eda ismini kullanmak durumunda kalması ise bu suçun tek taraflı olmadığını gösteriyor. Kısacası sadece basit bir aşk öyküsü değil toplumsal tespitler içeren bir metin. Burada yazarın sosyoloji altyapısının da etkisi büyük.

Romanın sonlarına doğru ise manevi bir çöküşe tanık oluyoruz birlikte. İnanç, din ve tanrı hakkında beylik laflar da var kitapta bol bol. Bunları bazen anlatıcı sarf ediyor, bazen karakterlerin ağzından duyuyoruz, bazen de mektuplardan okuyoruz. Burada belirtmek gerekir ki mektuplar kitapta nispeten daha kolay okunan bölümler. Bazı yerlerde yakası açılmadık küfürlere de rastlıyor okur. Ama bunlar bile zaten romantik ve edebî bir haberleşme yöntemi olan mektubu realist yapamıyor ne yazık ki.

Kitabın arka kapağına 104. sayfada bulunan şiir basılmış. Bu şiir, romanın başkarakterinin sevdiği kıza yazdığı bir güfte aslında. Şarkının gerçek hayatta bestelenmiş halini ise buradan dinleyebilirsiniz. Ben arka kapaktaki tanıtım yazılarına önem veren biri olarak bunu çok basit bulduğumu belirtmeliyim. Şiir hakkında romanın genel duygusunu yansıttığı söylenebilir belki ancak bu bile arka kapağı şiirle doldurmanın bir gerekçesi olamaz. Çünkü kitabı okumak isteyen biri arka kapağa baktığında o kitabın ne olduğunu veya neyi anlattığını görmelidir. Bununla birlikte ön kapakta Enver Aysever yazısındaki gözlük figürü, yazarın kullandığı kemik gözlüğe atıf yapan çok hoş bir detay olmuş.

Nihayetinde "aynı acıya yas tutamayan" iki âşığın öyküsünü anlatan bu kitap hakkındaki yazımı Cemal Süreya'dan mısralarla bitirmek isterim:

"Kuşlar toplanmış göçüyorlar
Keşke yalnız bunun için sevseydim seni."

"Uzaklardaydın, oracıkta, öbür kıtada
Keşke yalnız bunun için sevseydim seni."


Ek Not: Roman hakkında başka bir incelemeyi buradan okuyabilirsiniz. Bu detaylı yazı size farklı fikirlerin kapısını aralayacaktır.