Bu Roman O Kız Okusun Diye Yazıldı - Enver Aysever

Kitabın Künyesi

Yazarı: Enver Aysever
Sayfa Sayısı: 296
Tür: Türk Edebiyatı
Yayınevi: Doğan Kitap
ISBN: 978-605-09-2241-7
Baskı Tarihi:
 Kasım 2014

Özgün Dili: Türkçe
Fikrim: "Satır araları birtakım güzel tespitler içerse de yoğun tesadüfler ve gereksiz duygusallık gibi klasik bir melodramın karakteristik özelliklerini taşıyan kitap okuru aşırı derecede sıkıyor."


Arka Kapak - Tanıtım Yazısı

İstanbullu bir aşk bizim yaşadığımız
Bal renkli gözlü, rüzgârla gelen kız
Pardösüm uçurtma olmuş, ayaklarımı yerden keser
İlk şiirler söylenmeden içimde büyür keder.

Dans eden hayaline bakıyorum penceremde
Yıldızlara bulandım, yaralı sözler bu gece
Ses vermek için sana çırpınır bir haldeyim
Nefesim tükendi artık, aşk için acemiyim.

Ayrılık sözleri yakışmaz İstanbullu aşka
Seni bana getirdi dizelerle Cemal Süreya
Bu mektup o kız okusun diye yazıldı
Bu şarkı o kız söylesin diye yapıldı.

Eleştiri Yazısı

"Şiirin, edebiyatın izinden giderek özgürce haykırmak için umutla. 25/Nisan/2015" 

İzmir Kitap Fuarı'nda kitabı adıma imzalarken işte bu notu düştü Enver Aysever. İçinde bolca Cemal Süreya şiiri bulunan kitaba yazılacak uygun bir cümle elbette.

Kitaba yağmurlu bir günde başladım ve tesadüfen kitabın ilk bölümü de yağmurlu bir İstanbul gününde geçiyordu. Sonrasında bundan daha tuhaf şeyler de oldu: Romanda bahsedilen ortamı betimleyen birçok kötü olay, romanı okuduğum dönemde üst üste yaşandı. Karakterlerin eski yaşanmışlıkları anlatılırken arka planda bahsedilen şehit, ağıt, bombalama haberleri veya İstanbul'un önemli bir sorunu olan tanker kazaları günümüzde hiç değişikliğe uğramadan hala yaşanıyorsa bundan ülke olarak utanç duymalıyız! Burada yazarın gözlem ve analiz yeteneğini överken, ülke felaketlerinin hiç mi hiç değişmemesini de sonuna kadar sorgulamalıyız, diye düşünüyorum.

Yazarının ifadesiyle "bir gayrimüslimle bir Müslümanın aşkı değil; kendini diniyle, milletiyle tarif etmeyen iki gencin biraz dramatik ama mutlaka İstanbul'un duygusunu taşıyan aşkı" anlatılıyor romanda. En başta belirtmek isterim ki aşk romanları okumayı hiç sevmem. Vıcık vıcık aşk ve sevgi tasvirleri beni oldukça sıkar. Açıkçası bu romanda da yer yer o vıcık vıcıklığı hissettim.

Bununla beraber roman olağanüstü bir tasvir ve benzetme bombardımanına tutuyor okuru.  Daha en başta bu kadar tasvirle karşılaşmışken içinde bulunduğum isyan halini en iyi anlatan cümleyle yine kitabın 32. sayfasında karşılaştım: "Bunca tasvir yeter." 

Üstelik bazı betimlemeler de gündelik hayatta insanın aklına gelmeyecek tuhaf kelimelerle kurulmuş. Üstüne üstlük bu kelimeler kulak tırmalayacak biçimde sıklıkla kullanılmış. Bunlar da okurun betimlemelerin içine girememesini beraberinde getiriyor. Ayrıca tesadüflerin sıklığı, okurda gerçek olabilirlik algısını sekteye uğratıyor. Mesela aşıklar kaçarken hemen bir taksiye atlıyorlar. Peki, taksiyi nereden buluyorlar? Önceden mi ayarlamışlar? Bunlar anlaşılmıyor. Önceden ayarlamış olsalar taksicinin durumdan haberdar olması gerekirdi. Oysaki kendi iç sesinden olayı bilmediği anlaşılıyor. İşte bu gibi temelsiz tesadüfler çok can sıkıcı olabiliyor.

Koskoca bir bölümde bazen sadece üç beş hareketin olduğu, genelde şehir ve insan betimlemelerinin yapıldığı veya bir şeylere sitem içeren cümlelerin kurulduğu bir "roman" bu. Konuşma cümleleri neredeyse hiç yok kitapta. Aşk romanı olması sebebiyle zaten kurgusal anlamda da olağanüstü bir yapısı yok kitabın. Bunun üzerine diyalog bakımından da zayıf olması okurken aşırı sıkıyor okuyucuyu. Kitabın 77. sayfasında okurun bu hissettiklerini ilginç bir şekilde yazarın ağzından da okuyoruz: "... Buna tanıklık eden, eğer hoşgörülü değilse, bu aksak akış karşısında çoğu zaman öfkelenir. O ana dek birbirleriyle doğru dürüst konuştuklarına tanık olmayan okur, çıldırtıcı bir beklenti içindedir." Okurun hissettiklerini böylesine anlayan yazarın okuru çıldırtıcı beklentiden kurtarması gerekmez mi? Ne yazık ki okur çıldırtıcı beklenti yüzünden çıldır(tıl)maya devam ediyor. Uzun konuşmalar ilk kez 19. bölümde kızın kendi hayatını anlatmasıyla çıkıyor ortaya. Onlar da tiyatro tiratları gibi uzun monologlar. Aslına bakarsanız zordur diyalog olmadan olay örgüsünü sürdürmek. Lâkin bunu okuru sıkmadan başarmak daha da zordur. Ve bence asıl olması gereken de odur.

İşte tüm bu anlattıklarım yüzünden elimde sürünen kitap, bir vicdan azabı olup üzerime çökmüş oldu. Her ne kadar başkaca sebepleri olsa bile, uzun bir müddet yaşadığım kitap okuyamama sorunumun en önemli sebebinin bu kitap olduğunu düşünüyorum.

Bu kadar "kötüleme"den sonra kitabın güzel bir tarafının olmadığını düşünebilirsiniz. Aksine hoşuma giden yerleri de bir hayli fazla. Örneğin mekanlar oldukça canlı bir şekilde karşımıza çıkıyor. Vapuruyla, martısıyla, simidiyle, çayıyla gözümüzün önüne getirilen bir İstanbul var romanda. Mesela bankta oturan âşıklar ile yanlarındaki keman ve gitardan oluşan manzarayı bir aileye benzetmiş yazar. Bunun gibi başarılı başka benzetmeler de mevcut.

Müthiş bir şairin müthiş dizeleri eşlik ediyor roman boyunca bize. Şiirinde "Çünkü her yüz bir memlekettir." şeklinde muazzam kuvvetli benzetmeler ve imgeler kullanan şair Cemal Süreya'ya hayran bir başkarakter yarattığı için bile teşekkür borçluyuz Enver Aysever'e.

Özal'ın papatyaları vasıtasıyla iş bulan başkarakter, sonraları magazinciler ile ünlüler arasındaki derin tezadı sezince ait olmadığı yeri terk ediyor. Papatyalar, arı, bal, petek kavramlarıyla yaptığı telmih takdire şayan. Ancak bazı göndermelerse yersiz ve gereksiz. Boşu boşuna hikâyeyi dağıtmış, kitabı yormuş.

Yer yer anlatıcının belirsiz olması sayesinde bazı kısımları okurken deneme tadı alıyorsunuz. Bu esasen kötü bir özellik değil. Ancak bir roman okuduğunuzu sanırken deneme-vâri bölümlerle karşılaşmak okuru afallatıyor. Romandan bağımsız bakıldığında içinde fikir yazısı olabilecek çok güzel bölümler var. Örneğin romandaki 3 numaralı bölümün ilk iki paragrafı "Ölüm Üstüne" başlığıyla enfes bir deneme olabilir. Sayfa 102'deki "Mektup kimindir?" sorusuyla başlayan paragraf ile sayfa 137'deki dostlukla ilgili bölüm de herhangi bir deneme kitabında eğreti durmaz.

Bazen de anlatıcının orada olduğunu çok belli etmesi yüzünden bir Tanzimat romanı okuyor hissine kapılıyorsunuz. Örneğin 104. sayfada yer alan "Size yemin ederim ki, o gece yıldızlar teker teker indiler gökten ve odanın içinde selamladılar genç adamı." cümlesi, anlatıcının kendisiyle konuşmasına (ve dahası; yemin etmesine) alışık olmayan okura şok edici gelebilir. Aynı sayfada kedilerle ilgili de gereksiz romantizme kaçan bir anlatım tercih edilmiş. Ayrıca anlatıcının başkarakterden "bir roman kahramanıydı işte" şeklinde bahsetmesi veya olaylardan hareketle yaptığı "bu bir romandı işte" vurgusu romanı gerçekçilikten uzaklaştırmış. Zaten başkarakterden "Kahverengi Pardösülü Adam" diye bahsedilmesi de yazarın tabiriyle bir Fransız filmi tadında yapmış romanı.

Kitabın genelinde hep isimsiz kahramanlar var. "Yahudi kızı" veya "Bal renkli gözlü kız" olarak tanıştığımız kızın adının önce Eda sonra Rita olduğunu öğrensek de başkarakterin ismini hiç öğrenemiyoruz. O hep "Kahverengi Pardösülü Adam" olarak kalıyor. Roman boyunca hep "Şişman" diye bahsedilen karakter ise başlarda hayali bir karakter gibi. Bazen aniden beliriyor. Yâni pek yakında öleceğini öğrenen başkahramanımızın kafasında oluşturulmuş sanki. Gerektiğinde geliyor, ihtiyaç kalmadığında da gidiyor. Bu karakter gerçek olamayacak kadar karikatürize. Adı olmayan bu karakterden yalnızca "Şişman" diye bahsedilmesi bile bunu destekliyor gibi. Halbuki o karakter, son derece önemli görevler olan, "Bal Renkli Gözlü Kız"ın peşinde hafiyelik, "Kahverengi Pardösülü Adam"ın hasta yatağında bekçilik yapıyor. Kısacası, derinlemesine tanıtılmayı hak ediyor.

Kitabın başında apayrı hikayeler gibi ilerleyen iki farklı örgüden, ölmek üzere olan adamın hikayesi daha ilginç iken sonlara doğru aşıkların hikayesi ilginçleşiyor, en sonda ise iki hikaye birleşiyor. Ortalarından itibaren 'bunlar aynı kişi olmalı' hissi gelip yerleşiyor zaten. Birinin ömrünün son günlerine tanıklık etmek gibi bir şey bu kitap. Onun pişmanlıklarla, hayal kırıklıklarıyla dolu hikâyesi... Bal renkli gözlü kız ise, "Varlıklı kimseler kendini iyi hissetsin diye yoksullar yaratıldı" düşüncesinde olan biri. Onun da sevgi-nefret ikilemine şahit oluyoruz bir süre.

Âşıkların İstanbul'un kozmopolit yapısına bir gönderme yaptığı da yadsınamaz bir gerçek. Ancak kavuşmalarına izin verilmiyor. Böylece birlikte yaşama umutları baltalanan farklı din ve milletten insanı temsil ediyorlar. Öncelerde yazdığı mektupta Yahudilerden "hep haklı, hep yalnız, hep ürkek, hep isyanı bastırılmış ve nedense kaçak!" diye bahseden kız, sonraları ailesine "Eğer siz el uzatmazsanız, insanlar bizi nasıl tanıyıp sevecekler?" diye soruyor. Bu tespit son derece önemlidir zirâ önyargıdan korkan ve saklanmak zorunda kalan azınlıkların da bunda tamamen suçsuz olmadığını vurgular. Ancak azınlığın bu kapalı yapısının yanında, Yahudi kızının okulda dışlanması ve gerçek ismi olan Rita yerine Eda ismini kullanmak durumunda kalması ise bu suçun tek taraflı olmadığını gösteriyor. Kısacası sadece basit bir aşk öyküsü değil toplumsal tespitler içeren bir metin. Burada yazarın sosyoloji altyapısının da etkisi büyük.

Romanın sonlarına doğru ise manevi bir çöküşe tanık oluyoruz birlikte. İnanç, din ve tanrı hakkında beylik laflar da var kitapta bol bol. Bunları bazen anlatıcı sarf ediyor, bazen karakterlerin ağzından duyuyoruz, bazen de mektuplardan okuyoruz. Burada belirtmek gerekir ki mektuplar kitapta nispeten daha kolay okunan bölümler. Bazı yerlerde yakası açılmadık küfürlere de rastlıyor okur. Ama bunlar bile zaten romantik ve edebî bir haberleşme yöntemi olan mektubu realist yapamıyor ne yazık ki.

Kitabın arka kapağına 104. sayfada bulunan şiir basılmış. Bu şiir, romanın başkarakterinin sevdiği kıza yazdığı bir güfte aslında. Şarkının gerçek hayatta bestelenmiş halini ise buradan dinleyebilirsiniz. Ben arka kapaktaki tanıtım yazılarına önem veren biri olarak bunu çok basit bulduğumu belirtmeliyim. Şiir hakkında romanın genel duygusunu yansıttığı söylenebilir belki ancak bu bile arka kapağı şiirle doldurmanın bir gerekçesi olamaz. Çünkü kitabı okumak isteyen biri arka kapağa baktığında o kitabın ne olduğunu veya neyi anlattığını görmelidir. Bununla birlikte ön kapakta Enver Aysever yazısındaki gözlük figürü, yazarın kullandığı kemik gözlüğe atıf yapan çok hoş bir detay olmuş.

Nihayetinde "aynı acıya yas tutamayan" iki âşığın öyküsünü anlatan bu kitap hakkındaki yazımı Cemal Süreya'dan mısralarla bitirmek isterim:

"Kuşlar toplanmış göçüyorlar
Keşke yalnız bunun için sevseydim seni."

"Uzaklardaydın, oracıkta, öbür kıtada
Keşke yalnız bunun için sevseydim seni."


Ek Not: Roman hakkında başka bir incelemeyi buradan okuyabilirsiniz. Bu detaylı yazı size farklı fikirlerin kapısını aralayacaktır.