Satranç - Stefan Zweig

Kitabın Künyesi

Yazarı: Stefan Zweig
Orijinal Adı: Schachnovelle
Çeviren: Ahmet Cemal
Sayfa Sayısı: 83
Tür: Dünya Edebiyatı
Yayınevi: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları
ISBN:
978-605-360-611-6
Baskı Tarihi
: Ocak 2015

Özgün Dili: Almanca
Fikrim: Bu kadar ince olmasına rağmen bu kadar incelikli bir anlatıma sahip olan bu kitabı bence hiç beklemeden okuyun!


Arka Kapak - Tanıtım Yazısı


Stefan Zweig, çok geniş bir psikoloji birikimini eserlerinde bütünüyle kullanmış ender yazarlardandır. Onun dünya edebiyatında bir biyografi yazarı olarak kazandığı haklı ünün temelinde de bu özelliği, yani yazarlığının yanı sıra çok usta bir psikolog olması yatar. Satranç, Zweig'ın psikolojik birikimini bütünüyle devreye soktuğu bir öyküdür ve bu öykünün baş kişileri, tamamen yazarın biyografilerinde ele aldığı kişileri işleyiş biçimiyle sergilenmiştir. 

Zweig ölümünden hemen önce tamamladığı birkaç düzyazı metinden biri olan Satranç'ı kaleme aldığı sırada, karısı Lotte Zweig ile birlikte göç ettiği Brezilya'da yaşamaktaydı. Satranç'ta da, olay yeri olarak New York'dan Buenos Aires'e gitmekte olan bir yolcu gemisini seçmiştir. Bu gemide tamamen rastlantı sonucu karşılaşan üç kişi; yeni dünya satranç şampiyonu Mirko Czentovic, sıradan bir satranç oyuncusu olan anlatıcı ve bir zamanlar çok usta bir satranç oyuncusu olan, ama hayli zamandır satrançtan uzak kalmış bulunan Dr. B., öykünün aktörleridir. 

Eleştiri Yazısı

Vakit darlığından dolayı mecbur kalarak özellikle bu kadar kısa bir kitabı incelemek üzere seçtiğim için açıkçası biraz tedirgindim. Neticede bu inceleme yazısının kalitesi ve uzunluğu, kitabın olay örgüsü ve boyutuyla doğru orantılı. Ancak kitabı bitirip de okurken aldığım notlara baktığımda kitabı biraz fazla hafife aldığımı ve endişelenmekte ne kadar haksız olduğumu gördüm.

Bir kere kitap hiç sıkıcı değil. "Zaten bu kadarcık bir kitap sıkıcı olsa ne olur ki?" diyebilirsiniz. Ama ben sıkıcılığın kitabın sayfa sayısıyla değil, üslubuyla ilgili olduğunu düşünenlerdenim. Bu kanıya da 10 sayfasını bile 1-1,5 saatten aşağı okumadığım ve -aksi gibi- okuduğumdan da hiçbir şey anlamadığım kitaplarla karşılaştıktan sonra vardım.

Kitabın ana hikayesi boyunca New York'tan Buenos Aires'e gitmekte olan bir geminin içindeyiz. Ama bir ara Mirko'nun peşinde bir Slav köyünde, bir ara da Dr. B.'nin peşinde Avusturya'dayız. Mirko Czentovic, ailevi bakımdan trajedi yaşamış ve bir rahip tarafından yetiştirilmiş başarısız, hatta kafasız bir çocuk. Entelektüel açıdan hiçbir vasfı olmayan bu çocuğun, sonradan satranca olan yeteneği bir şekilde keşfediliyor, bu konuda eğitim alması sağlanıyor, bunun neticesinde ise çocuk önce Macaristan, sonra dünya satranç şampiyonu oluyor. Ancak çocuk, birdenbire bu başarıları elde ettiği için aşırı bir kibre kapılmış, açgözlü bir paragöz olup çıkmıştır. Daha doğru düzgün yazı yazmayı dahi bilmeyen Czentovic, "Satrancın Felsefesi" adlı kendi yazmadığı bir kitabın yazarı olarak kullanılmak üzere adını bile satmıştır. Zaten o an gemide bulunma sebebi de yeni zaferler ve elbette yeni kazançlar için Arjantin'e gidiyor olmasıdır. Kısacası; kitaptaki tam tabirle söylemek gerekirse Czentovic, insan değil, adeta bir "satranç robotu"dur.

Ancak, kim ne derse desin, bana göre kitaptaki ana karakter ne Czentovic, ne anlatıcı, ne de başka biridir; ana karakter tartışmasız şekilde Dr. B.'dir. Nitekim kitabın 77 sayfalık öykü bölümünün yaklaşık olarak 35 sayfasında Dr. B.'nin geçmişi anlatılıyor. İşte kitabın tarihsel arka planını da bu bölümde görüyoruz: Naziler, Gestapolar, Sorgulamalar... Aslında bir avukat olan karakter, tutuklanarak içinde vakit geçirilecek hiçbir şey bulunmayan bir otel odasına konuluyor. Yapacak hiçbir şey olmadığı gibi bakacak, okuyacak da hiçbir şey yok burada. (Kitapta adı anılan "Hotel Metropole" gerçek bir yer adıdır ve zamanında Viyana'da Gestapo karargahı olarak kullanılmıştır.) Saf bir hiçliğin ortasında buluyor Dr. B. kendini. Karakterin kendi deyimiyle "bir insanın bir başka insanla insanca konuşması"na hasret geçecek olan ayları başlıyor böylece.

Bir müddet sonra Dr. B.'nin sorgulanmayı beklerken bir paltodan kitap çalması olayı, hiçliğin ortasındaki bir tutuklunun kitaba yüklediği anlamı gözler önüne seriyor. Ben de bazen benzer şeyleri düşünürüm açıkçası. Tabi benim düşüncelerime konu olan durum esir alınmak ya da tutuklanmak değil, belki daha klişe ama daha fantastik bir durum olan ıssız adaya düşmek! Bu durumda yanıma alacağım üç şeyden birinin mutlaka kalın bir kitap olacağına dair kararımı uzun yıllar önce vermiştim. Okumak ve gerekirse de ezberlemek için! Başka bir dünyanın var olduğuna dair üzerinde düşünülebilecek bir şeyin olması için! Zaten bu kitabın 47. sayfasında da kitap okumak için "yalnızken asla yalnız olmamak" diye söz edilmiyor mu? Dr. B.'nin çaldığı kitabı hemen okuyarak bitirmek istememesi, hatta kitabın ne olduğuna bile bakmayıp önce hakkında hayallere dalması onun o susamışlığını çok açık bir şekilde aktarıyor. Kitaba bakınca bir satranç kitabıyla karşılaşıp hayal kırıklığına uğrasa da o yoksunlukta yine sımsıkı sarılıyor ve ezberleyene dek okuyor kitabı.

Ancak artık her hamlesini ezbere bildiği oyunları tekrar tekrar kafasında canlandırmak yetmiyor ona ve imkansızlığını "insanın kendi gölgesinden atlaması" ile eşdeğer gördüğü bir işe kalkışıyor: "Kendi kendine satranç oynamak"! Daha doğrusu kendine karşı satranç oynamak. Aslına bakılırsa aklını kaçırmak pahasına bunu başardığını söyleyebiliriz. Biri diğerinin hasmı olan iki benlik yaratıyor içinde: Siyah Ben ve Beyaz Ben. Bu iki karakter bir saplantıya, psikolojik bir bozukluğa sevk ediyor onu. En sonunda birbirine düşman olan iki karakteri içinde barındıran Dr. B. sinir krizi geçiriyor.

Kitabı Almanca aslından çeviren Ahmet Cemal'in son söz mahiyetindeki ("Satranç" Üzerine) başlıklı yazısından alıntı olan şu paragraf durumu özetliyor: "Bu noktadan öykünün şaşırtıcı sonuna kadarki süreç, aynı zamanda faşizmin insan ruhu üzerindeki baskısının ne korkunç sonuçlar verebileceğinin ve bireyin böyle bir baskı altında ne ölçüde parçalanabileceğinin anlatımını içerir. Dr. B., geçmişindeki bu korkunç dönemden ötürü 'kurtuluşundan' sonraki yaşamında, zaman zaman akıllı mı, yoksa deli mi olduğunu tam bir kesinlikle söyleyemediği bir konuma gelmiştir."

Yine aynı yazıda bahsedilen Jean Améry'nin "entelektüel ölüm" tabiri ise bu kitapta tam karşılığını bulmuş durumda. Örneğin, Dr. B.'nin sayfa 41'de "otel odasında bir başına yaşadığı düşünce işkencesinin toplama kampında elleri kanayana, ayakları donana kadar taş taşımaktan daha kötü olduğunu" söylemesi tam bir "entelektüel ölüm" uygulandığının kanıtı değil de nedir? Hiçliğin ortasında, düşüncelerini boğulana kadar yutup sonunda onları kusmaktan başka çare bulamayarak her şeyi, istedikleri her şeyi söyleyene, kanıtları ve insanları teslim edene kadar tutmayı amaçladıkları bu otel odasında yaşadığı dört ay hakkında Dr. B.'nin şu satırlarını bir okuyun: "Şimdi, evet -dört ay, yani yazılması çok kolay, yalnızca harflerle, o kadar! Ve dile getirilmesi de kolay: dört ay -iki hece. Dudaklar, saniyenin dörtte biri kadar bir zamanda bunu hemen seslendirebilir: dört ay! Fakat öte yandan kimse, belli bir zamanın mekânsızlıkta, zamansızlık içerisinde ne kadar sürdüğünü anlatamaz, ölçemez, somutlaştıramaz, ne bir başkası için ne de kendi kendisi için ve insan hiç kimseye bu çepeçevre ve sürekli hiçliğin, bu hep masanın ve yatağın ve lavabonun ve duvar kağıdının ve hep suskunluğun, karşısındakinin yüzüne bakmaksızın yemeği içeriye iten hep aynı nöbetçinin, hiçlik içerisinde aynı noktanın çevresinde insanı çıldırtıncaya kadar dolanan hep aynı düşüncelerin bir insanı nasıl yiyip bitirdiğini ve yıkıma sürüklediğini anlatamaz."

Kitapta dikkat çeken bir diğer nokta da satranç şampiyonu Czentovic ile Dr. B. arasında vurgulanan derin farktır. Öyle ki şampiyon, satranç tahtası olmadan oyun oynayamaz. Ne kadar uğraşırlarsa uğraşsınlar Czentovic'e, hayalinde yani bakmadan (teknik terimle "körlemesine") oynamayı öğretememişlerdir. Dr. B. ise maruz kaldığı koşullardan dolayı eli hiç tahtaya, taşa değmeden hep hayalinde, hep ezbere oynamaya alışmıştır. Hatta hayalinde oynadığı oyunla yıllar sonra gemide taşlarla oynandığını gördüğü oyunun aynı oyun olduğunu anlaması bile zaman almıştır. İlginçtir ki kitapta iki karakter arasındaki derin farkı anlatmak için verilen örnek de aynı "nota" örneğidir! Sayfa 7'de Czentovic için "sanki müzisyenler arasında olağanüstü bir virtüöz veya orkestra şefi, önünde nota bulunmaksızın çalamamış ya da yönetememiş gibi" denildiği belirtilirken; Dr. B.'nin ise sadece kitaptaki formülleri okuyarak taşların konumunu kafasında canlandırabildiği söylenmiş ve bu durum sayfa 50'de kendi ağzından "tıpkı deneyimli bir müzisyenin bütün sesleri ve bunların birlikteliğini duyabilmesi için sadece notalara bakmasının yeterli olması gibi" şeklinde ifade edilmiştir. Kitabın sonundaki karşılaşmada; birinin gözlerini ayırmadan sıkıca satranç tahtasına bakması, diğerinin ise kafasında planlayarak sadece hamlesini yapmak üzere bir dakikalığına tahtaya bakması da yine aralarındaki derin farkın göstergesi.

Kitabın içindeki ilginç atıflardan biri de sayfa 64'te Dr. B. tarafından yapılan şu yorumdan çıkmaktadır: "...; satranç tahtasının üstünde bu figürleri oraya buraya götürüşümün düşünce düzeyimdeki düşsel oyunla temelde aynı olması karşısında duyduğum şaşkınlık, belki kağıt üzerinde en karmaşık yöntemleri kullanarak yeni bir gezegenin varlığı sonucunu çıkaran ve daha sonra o gezegeni gökyüzünde beyaz, parlak ve somut bir yıldız olarak gören bir astronomun şaşkınlığıyla aynıydı." Buradaki cümle, zamanımızdan yüz elli yıl kadar önce, gerçekten de kağıt üstünde Neptün gezegenini bulan matematikçi Urbain Le Verrier'e bir atıf olarak anlaşılabilir.

Kitabın devamında, özellikle son kısımda Czentovic, hem okur için hem de diğer karakterler için sinir bozucu birine dönüşüyor. Oyunda rakibinin sabrını sınarcasına beklemesi ve onu psikolojik olarak yıldırmaya çalışması onun tek oyun stili. Zaten kitabın en başında onun, her biri entelektüel yetenek, imgelem gücü ve soğukkanlılık bakımından çok üstün nice şampiyonları da böyle yendiğine değinilmişti. Czentovic, Dr. B. ile oynadığı ilk oyunda yenileceğini anlayınca taşları devirip yeni bir oyun teklif eder. İkinci oyunda ise kasten bekleye bekleye oynar, Dr. B. ise bu arada beklemekten sıkılıp tecrit günlerindeki gibi hayali bir oyuna dalar ve kendinden geçerek hayalindeki oyunda yapacağı bir hamleyi önündeki tahtada yapınca şampiyonun alaylarına maruz kalır. Tam bir kibir küpü olan Czentovic, ilk oyundaki yenilgisini unutup büyüklük taslamaya başlar.

Dikkat edilirse, son tahlilde entelektüel açıdan vasıfsız biri oyunu kazanmaktadır. Kaybeden ise "entelektüel ölüm"e tabi tutulmuş biridir. Aslında Zweig, son yazdığı öykülerden biri olan Satranç'ta bu dünyaya dair derin karamsarlığının ipuçlarını veriyor. Bilindiği üzere yazar, ülkesinin, hatta neredeyse bütün Avrupa'nın Nazi işgalinde olduğu 1942 yılında, ruhunu kaplayan umutsuzluğa daha fazla dayanamayarak hayatına son vermiştir.

Hiç kuşkusuz, kitaptaki anlatıcı karakterin yorumları yazarın psikoloji birikimini yansıtıyor. Ahmet Cemal'in yazısında bu konuda da çok yerinde tespitler var. Bu tespitlerin satır başları şöyle: "Stefan Zweig, çok geniş bir psikoloji birikimini uğraşında bütünüyle kullanmış ender yazarlardandır. ... Satranç, Zweig'ın biraz önce sözünü ettiğimiz psikolojik birikimini bütünüyle devreye soktuğu bir öyküdür ve bu öykünün baş kişileri, tamamen yazarın biyografilerinde ele aldığı kişileri işleyiş biçimiyle sergilenmiştir." Örneğin; anlatıcı, Czentovic'le oynadıkları satrançta şampiyonun hamle yapmak için oturup düşünmeye bile tenezzül etmemesini onun insanlara tepeden bakan kişiliğiyle açıklıyor. Ancak Dr. B.'nin yardımıyla daha stratejik hamleler yaptıklarında ise Czentovic, şaşırıyor ve oturup düşünme ihtiyacı duyuyor. İşte bu durumsa anlatıcıya göre kazandıkları bir psikolojik zafer!

Son olarak, çeviri konusunda "... değil, fakat ..." üslubundan rahatsız oldum açıkçası. Başta bu acaba yazarın tercihi mi diye düşündüm ancak çevirmenin son söz yazısında da aynı tip cümlelerle karşılaşınca çeviriden kaynaklandığının farkına vardım. Kitabı bu çeviriden okuyanlar anlayacak ve hak verecektir ki bu tarz cümle yapılarında kullanılmış olan 'fakat' bağlacı cümlenin doğallığını bozmuş. Günlük hayatta genellikle "öyle değil, böyle" deriz, araya bağlaç sıkıştırmayız. Zaten kullanılan bağlaç cümlenin anlaşılmasına katkı sağlamıyor, aksine metnin akışını bozuyor. Bunun haricinde, Ahmet Cemal'in Almanca tercüme konusundaki yetkinliği tartışma götürmez olduğundan dilimize onun yaptığı tercümeler elbette ki tercihe şayandır.

Bu kitabın da dahil olduğu "Modern Klasikler Dizisi" için yaptırılan kapak tasarımlarına da hayran olduğumu belirtmeliyim. Burada da yine o imgelerin kullanımı son derece usta işi. Bu konuda yayınevini tebrik etmeden geçmek büyük haksızlık olurdu.

Tamamı satranç üzerine kurulu olan, içinde Sicilya Açılışı gibi pek çok satranç terimine yer veren bu kitap hakkındaki yazımın kapanışını sayfa 12'den nefis bir satranç oyunu tarifiyle yapmak istedim:
"...; satranç, insanoğlunun icat ettiği öteki bütün oyunlar arasında kendini bağımsızca rastlantının her türlü tiranlığının dışında tutan ve zafer taçlarını yalnızca tine ya da daha doğru bir deyişle, tinsel yeteneğin belli bir türüne sunan tek oyundu. Fakat insan daha satrancı bir oyun diye adlandırmakla, kendini hakaret etmek anlamı taşıyan bir küçümsemenin vebali altına sokmuş olmuyor muydu? Aslında satranç da bir bilimdi, bir sanattı, Hz. Muhammet'in gökyüzü ile yeryüzü arasındaki boşlukta bulunan tabutu gibi, bu kategoriler arasında boşlukta dolanmaktaydı, karşıtlıklardan oluşma bütün çiftlerin bir defaya özgü birleşmesiydi; sonsuz eski ama buna rağmen sonrasız yeniydi, kuruluşu bağlamında mekanikti, ama yalnızca imgelem gücü aracılığıyla etkinlik kazanabiliyordu, geometrik açıdan kaskatı bir uzamla sınırlıydı ve bu arada kombinasyonları bağlamında sınırsızdı, kendini sürekli geliştiriyordu, ama durağandı, hiçbir yere götürmeyen bir düşünme eylemiydi, hiçbir şey hesaplamayan bir matematikti, eserleri bulunmayan bir sanattı, özden yoksun bir mimariydi, fakat öte yandan, kanıtlanmış olduğu üzere, varlığı ve oluşu açısından bütün kitaplardan ve eserlerden daha kalıcıydı, bütün halklara ve zamanlara ait bulunan, can sıkıntısını öldürmek, duyuları bilemek, ruhu gergin tutmak için dünyaya hangi tanrının getirdiği kimsece bilinmeyen tek oyundu."

NOT: Benim de ilgiyle takip ettiğim Barış Özcan'ın Youtube kanalındaki OKU serisinin bir bölümüne bu kitap konu edilmişti, izlemek için buraya tıklayabilirsiniz.