tag:blogger.com,1999:blog-34279755549175853602024-03-06T11:57:08.510+03:00KitapkapanKitap Yakalayan KapanAlican Sadıçhttp://www.blogger.com/profile/08190346611813815421noreply@blogger.comBlogger22125tag:blogger.com,1999:blog-3427975554917585360.post-19808329285861214122016-07-27T00:30:00.000+03:002017-08-03T15:57:35.801+03:00Satranç - Stefan Zweig<strong><span style="color: red; font-size: 130%;">Kitabın Künyesi<a href="http://i.idefix.com/cache/600x600-0/originals/0000000402142-1.jpg"><img alt="" border="0" height="290" src="https://i.idefix.com/cache/600x600-0/originals/0000000402142-1.jpg" style="float: right; margin: 0px 0px 10px 10px;" width="205" /></a></span></strong><br />
<br />
<strong><span style="color: #3366ff;">Yazarı:</span> Stefan Zweig<br /><span style="color: #3366ff;">Orijinal Adı:</span> <span style="color: black;">Schachnovelle</span><br /><span style="color: #3366ff;">Çeviren:</span> <span style="color: black;">Ahmet Cemal</span><br /><span style="color: #3366ff;">Sayfa Sayısı: </span><span style="color: black;">83</span><br /><span style="color: #3366ff;">Tür:</span> <span style="color: black;">Dünya Edebiyatı</span><br /><span style="color: #3366ff;">Yayınevi:</span> <span style="color: black;">Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları</span><br /><span style="color: #3366ff;">ISBN:</span> </strong><strong><span style="color: black;">978-605-360-611-6<br /><span style="color: #3366ff;">Baskı Tarihi</span></span><span style="color: #3366ff;">:</span><span style="color: black;"> Ocak 2015</span></strong><br />
<strong><span style="color: #3366ff;">Özgün Dili:</span> <span style="color: black;">Almanca</span><br /><span style="color: #3366ff;">Fikrim: <span style="color: black;">Bu kadar ince olmasına rağmen bu kadar incelikli bir anlatıma sahip olan bu kitabı bence hiç beklemeden okuyun!</span></span></strong><br />
<strong><br /><span style="font-size: 130%;"><span style="color: red;">Arka Kapak - Tanıtım Yazısı</span></span></strong><br />
<br />
<span style="color: black;">Stefan Zweig, çok geniş bir psikoloji birikimini eserlerinde bütünüyle kullanmış ender yazarlardandır. Onun dünya edebiyatında bir biyografi yazarı olarak kazandığı haklı ünün temelinde de bu özelliği, yani yazarlığının yanı sıra çok usta bir psikolog olması yatar.
<i>Satranç, </i>Zweig'ın psikolojik birikimini bütünüyle devreye soktuğu bir öyküdür ve bu öykünün baş kişileri, tamamen yazarın biyografilerinde ele aldığı kişileri işleyiş biçimiyle sergilenmiştir. </span><br />
<span style="color: black;"><br /></span>
<span style="color: black;">Zweig ölümünden hemen önce tamamladığı birkaç düzyazı metinden biri olan Satranç'ı kaleme aldığı sırada, karısı Lotte Zweig ile birlikte göç ettiği Brezilya'da yaşamaktaydı. Satranç'ta da, olay yeri olarak New York'dan Buenos Aires'e gitmekte olan bir yolcu gemisini seçmiştir. Bu gemide tamamen rastlantı sonucu karşılaşan üç kişi; yeni dünya satranç şampiyonu Mirko Czentovic, sıradan bir satranç oyuncusu olan anlatıcı ve bir zamanlar çok usta bir satranç oyuncusu olan, ama hayli zamandır satrançtan uzak kalmış bulunan Dr. B., öykünün aktörleridir. </span><br />
<br />
<strong><span style="color: red; font-size: 130%;">Eleştiri Yazısı</span></strong><br />
<br />
Vakit darlığından dolayı mecbur kalarak özellikle bu kadar kısa bir kitabı incelemek üzere seçtiğim için açıkçası biraz tedirgindim. Neticede bu inceleme yazısının kalitesi ve uzunluğu, kitabın olay örgüsü ve boyutuyla doğru orantılı. Ancak kitabı bitirip de okurken aldığım notlara baktığımda kitabı biraz fazla hafife aldığımı ve endişelenmekte ne kadar haksız olduğumu gördüm.<br />
<br />
Bir kere kitap hiç sıkıcı değil. "Zaten bu kadarcık bir kitap sıkıcı olsa ne olur ki?" diyebilirsiniz. Ama ben sıkıcılığın kitabın sayfa sayısıyla değil, üslubuyla ilgili olduğunu düşünenlerdenim. Bu kanıya da 10 sayfasını bile 1-1,5 saatten aşağı okumadığım ve -aksi gibi- okuduğumdan da hiçbir şey anlamadığım kitaplarla karşılaştıktan sonra vardım.<br />
<br />
Kitabın ana hikayesi boyunca New York'tan Buenos Aires'e gitmekte olan bir geminin içindeyiz. Ama bir ara Mirko'nun peşinde bir Slav köyünde, bir ara da Dr. B.'nin peşinde Avusturya'dayız. Mirko Czentovic, ailevi bakımdan trajedi yaşamış ve bir rahip tarafından yetiştirilmiş başarısız, hatta kafasız bir çocuk. Entelektüel açıdan hiçbir vasfı olmayan bu çocuğun, sonradan satranca olan yeteneği bir şekilde keşfediliyor, bu konuda eğitim alması sağlanıyor, bunun neticesinde ise çocuk önce Macaristan, sonra dünya satranç şampiyonu oluyor. Ancak çocuk, birdenbire bu başarıları elde ettiği için aşırı bir kibre kapılmış, açgözlü bir paragöz olup çıkmıştır. Daha doğru düzgün yazı yazmayı dahi bilmeyen Czentovic, <i>"Satrancın Felsefesi"</i> adlı kendi yazmadığı bir kitabın yazarı olarak kullanılmak üzere adını bile satmıştır. Zaten o an gemide bulunma sebebi de yeni zaferler ve elbette yeni kazançlar için Arjantin'e gidiyor olmasıdır. Kısacası; kitaptaki tam tabirle söylemek gerekirse Czentovic, insan değil, adeta bir <i>"satranç robotu"</i>dur.<br />
<br />
Ancak, kim ne derse desin, bana göre kitaptaki ana karakter ne Czentovic, ne anlatıcı, ne de başka biridir; ana karakter tartışmasız şekilde Dr. B.'dir. Nitekim kitabın 77 sayfalık öykü bölümünün yaklaşık olarak 35 sayfasında Dr. B.'nin geçmişi anlatılıyor. İşte kitabın tarihsel arka planını da bu bölümde görüyoruz: Naziler, Gestapolar, Sorgulamalar... Aslında bir avukat olan karakter, tutuklanarak içinde vakit geçirilecek hiçbir şey bulunmayan bir otel odasına konuluyor. Yapacak hiçbir şey olmadığı gibi bakacak, okuyacak da hiçbir şey yok burada. <i>(Kitapta adı anılan "Hotel Metropole" gerçek bir yer adıdır ve zamanında Viyana'da Gestapo karargahı olarak kullanılmıştır.) </i>Saf bir hiçliğin ortasında buluyor Dr. B. kendini. Karakterin kendi deyimiyle <i>"bir insanın bir başka insanla insanca konuşması"</i>na hasret geçecek olan ayları başlıyor böylece.<br />
<br />
Bir müddet sonra Dr. B.'nin sorgulanmayı beklerken bir paltodan kitap çalması olayı, hiçliğin ortasındaki bir tutuklunun kitaba yüklediği anlamı gözler önüne seriyor. Ben de bazen benzer şeyleri düşünürüm açıkçası. Tabi benim düşüncelerime konu olan durum esir alınmak ya da tutuklanmak değil, belki daha klişe ama daha fantastik bir durum olan ıssız adaya düşmek! Bu durumda yanıma alacağım üç şeyden birinin mutlaka kalın bir kitap olacağına dair kararımı uzun yıllar önce vermiştim. Okumak ve gerekirse de ezberlemek için! Başka bir dünyanın var olduğuna dair üzerinde düşünülebilecek bir şeyin olması için! Zaten bu kitabın 47. sayfasında da kitap okumak için <i>"yalnızken asla yalnız olmamak"</i> diye söz edilmiyor mu? Dr. B.'nin çaldığı kitabı hemen okuyarak bitirmek istememesi, hatta kitabın ne olduğuna bile bakmayıp önce hakkında hayallere dalması onun o susamışlığını çok açık bir şekilde aktarıyor. Kitaba bakınca bir satranç kitabıyla karşılaşıp hayal kırıklığına uğrasa da o yoksunlukta yine sımsıkı sarılıyor ve ezberleyene dek okuyor kitabı.<br />
<br />
Ancak artık her hamlesini ezbere bildiği oyunları tekrar tekrar kafasında canlandırmak yetmiyor ona ve imkansızlığını <i>"insanın kendi gölgesinden atlaması" </i>ile eşdeğer gördüğü bir işe kalkışıyor: <i>"Kendi kendine satranç oynamak"!</i> Daha doğrusu kendine karşı satranç oynamak. Aslına bakılırsa aklını kaçırmak pahasına bunu başardığını söyleyebiliriz. Biri diğerinin hasmı olan iki benlik yaratıyor içinde: <i>Siyah Ben</i> ve <i>Beyaz Ben. </i>Bu iki karakter bir saplantıya, psikolojik bir bozukluğa sevk ediyor onu. En sonunda birbirine düşman olan iki karakteri içinde barındıran Dr. B. sinir krizi geçiriyor.<br />
<br />
Kitabı Almanca aslından çeviren Ahmet Cemal'in son söz mahiyetindeki (<i>"Satranç" Üzerine</i>) başlıklı yazısından alıntı olan şu paragraf durumu özetliyor: "Bu noktadan öykünün şaşırtıcı sonuna kadarki süreç, aynı zamanda faşizmin insan ruhu üzerindeki baskısının ne korkunç sonuçlar verebileceğinin ve bireyin böyle bir baskı altında ne ölçüde parçalanabileceğinin anlatımını içerir. Dr. B., geçmişindeki bu korkunç dönemden ötürü 'kurtuluşundan' sonraki yaşamında, zaman zaman akıllı mı, yoksa deli mi olduğunu tam bir kesinlikle söyleyemediği bir konuma gelmiştir."<br />
<br />
Yine aynı yazıda bahsedilen Jean Améry'nin <i>"entelektüel ölüm"</i> tabiri ise bu kitapta tam karşılığını bulmuş durumda. Örneğin, Dr. B.'nin sayfa 41'de <i>"otel odasında bir başına yaşadığı düşünce işkencesinin toplama kampında elleri kanayana, ayakları donana kadar taş taşımaktan daha kötü olduğunu"</i> söylemesi tam bir <i>"entelektüel ölüm"</i> uygulandığının kanıtı değil de nedir? Hiçliğin ortasında, düşüncelerini boğulana kadar yutup sonunda onları kusmaktan başka çare bulamayarak her şeyi, istedikleri her şeyi söyleyene, kanıtları ve insanları teslim edene kadar tutmayı amaçladıkları bu otel odasında yaşadığı dört ay hakkında Dr. B.'nin şu satırlarını bir okuyun: "Şimdi, evet -dört ay, yani yazılması çok kolay, yalnızca harflerle, o kadar! Ve dile getirilmesi de kolay: dört ay -iki hece. Dudaklar, saniyenin dörtte biri kadar bir zamanda bunu hemen seslendirebilir: dört ay! Fakat öte yandan kimse, belli bir zamanın mekânsızlıkta, zamansızlık içerisinde ne kadar sürdüğünü anlatamaz, ölçemez, somutlaştıramaz, ne bir başkası için ne de kendi kendisi için ve insan hiç kimseye bu çepeçevre ve sürekli hiçliğin, bu hep masanın ve yatağın ve lavabonun ve duvar kağıdının ve hep suskunluğun, karşısındakinin yüzüne bakmaksızın yemeği içeriye iten hep aynı nöbetçinin, hiçlik içerisinde aynı noktanın çevresinde insanı çıldırtıncaya kadar dolanan hep aynı düşüncelerin bir insanı nasıl yiyip bitirdiğini ve yıkıma sürüklediğini anlatamaz."<br />
<br />
Kitapta dikkat çeken bir diğer nokta da satranç şampiyonu Czentovic ile Dr. B. arasında vurgulanan derin farktır. Öyle ki şampiyon, satranç tahtası olmadan oyun oynayamaz. Ne kadar uğraşırlarsa uğraşsınlar Czentovic'e, hayalinde yani bakmadan (teknik terimle <i>"körlemesine"</i>) oynamayı öğretememişlerdir. Dr. B. ise maruz kaldığı koşullardan dolayı eli hiç tahtaya, taşa değmeden hep hayalinde, hep ezbere oynamaya alışmıştır. Hatta hayalinde oynadığı oyunla yıllar sonra gemide taşlarla oynandığını gördüğü oyunun aynı oyun olduğunu anlaması bile zaman almıştır. İlginçtir ki kitapta iki karakter arasındaki derin farkı anlatmak için verilen örnek de aynı <i>"nota"</i> örneğidir! Sayfa 7'de Czentovic için <i>"sanki müzisyenler arasında olağanüstü bir virtüöz veya orkestra şefi, önünde nota bulunmaksızın çalamamış ya da yönetememiş gibi"</i> denildiği belirtilirken; Dr. B.'nin ise sadece kitaptaki formülleri okuyarak taşların konumunu kafasında canlandırabildiği söylenmiş ve bu durum sayfa 50'de kendi ağzından <i>"tıpkı deneyimli bir müzisyenin bütün sesleri ve bunların birlikteliğini duyabilmesi için sadece notalara bakmasının yeterli olması gibi" </i>şeklinde ifade edilmiştir. Kitabın sonundaki karşılaşmada; birinin gözlerini ayırmadan sıkıca satranç tahtasına bakması, diğerinin ise kafasında planlayarak sadece hamlesini yapmak üzere bir dakikalığına tahtaya bakması da yine aralarındaki derin farkın göstergesi.<br />
<br />
Kitabın içindeki ilginç atıflardan biri de sayfa 64'te Dr. B. tarafından yapılan şu yorumdan çıkmaktadır: "...; satranç tahtasının üstünde bu figürleri oraya buraya götürüşümün düşünce düzeyimdeki düşsel oyunla temelde aynı olması karşısında duyduğum şaşkınlık, <i>belki kağıt üzerinde en karmaşık yöntemleri kullanarak yeni bir gezegenin varlığı sonucunu çıkaran</i> ve daha sonra o gezegeni gökyüzünde beyaz, parlak ve somut bir yıldız olarak gören bir astronomun şaşkınlığıyla aynıydı." Buradaki cümle, zamanımızdan yüz elli yıl kadar önce, gerçekten de kağıt üstünde Neptün gezegenini bulan matematikçi Urbain Le Verrier'e bir atıf olarak anlaşılabilir.<br />
<br />
Kitabın devamında, özellikle son kısımda Czentovic, hem okur için hem de diğer karakterler için sinir bozucu birine dönüşüyor. Oyunda rakibinin sabrını sınarcasına beklemesi ve onu psikolojik olarak yıldırmaya çalışması onun tek oyun stili. Zaten kitabın en başında onun, her biri entelektüel yetenek, imgelem gücü ve soğukkanlılık bakımından çok üstün nice şampiyonları da böyle yendiğine değinilmişti. Czentovic, Dr. B. ile oynadığı ilk oyunda yenileceğini anlayınca taşları devirip yeni bir oyun teklif eder. İkinci oyunda ise kasten bekleye bekleye oynar, Dr. B. ise bu arada beklemekten sıkılıp tecrit günlerindeki gibi hayali bir oyuna dalar ve kendinden geçerek hayalindeki oyunda yapacağı bir hamleyi önündeki tahtada yapınca şampiyonun alaylarına maruz kalır. Tam bir kibir küpü olan Czentovic, ilk oyundaki yenilgisini unutup büyüklük taslamaya başlar.<br />
<br />
Dikkat edilirse, son tahlilde entelektüel açıdan vasıfsız biri oyunu kazanmaktadır. Kaybeden ise <i>"entelektüel ölüm"</i>e tabi tutulmuş biridir. Aslında Zweig, son yazdığı öykülerden biri olan <i>Satranç</i>'ta bu dünyaya dair derin karamsarlığının ipuçlarını veriyor. Bilindiği üzere yazar, ülkesinin, hatta neredeyse bütün Avrupa'nın Nazi işgalinde olduğu 1942 yılında, ruhunu kaplayan umutsuzluğa daha fazla dayanamayarak hayatına son vermiştir.<br />
<br />
Hiç kuşkusuz, kitaptaki anlatıcı karakterin yorumları yazarın psikoloji birikimini yansıtıyor. Ahmet Cemal'in yazısında bu konuda da çok yerinde tespitler var. Bu tespitlerin satır başları şöyle: "Stefan Zweig, çok geniş bir psikoloji birikimini uğraşında bütünüyle kullanmış ender yazarlardandır. ... <i>Satranç,</i> Zweig'ın biraz önce sözünü ettiğimiz psikolojik birikimini bütünüyle devreye soktuğu bir öyküdür ve bu öykünün baş kişileri, tamamen yazarın biyografilerinde ele aldığı kişileri işleyiş biçimiyle sergilenmiştir." Örneğin; anlatıcı, Czentovic'le oynadıkları satrançta şampiyonun hamle yapmak için oturup düşünmeye bile tenezzül etmemesini onun insanlara tepeden bakan kişiliğiyle açıklıyor. Ancak Dr. B.'nin yardımıyla daha stratejik hamleler yaptıklarında ise Czentovic, şaşırıyor ve oturup düşünme ihtiyacı duyuyor. İşte bu durumsa anlatıcıya göre kazandıkları bir psikolojik zafer!<br />
<br />
Son olarak, çeviri konusunda <i>"... değil, <u>fakat</u> ..."</i> üslubundan rahatsız oldum açıkçası. Başta bu acaba yazarın tercihi mi diye düşündüm ancak çevirmenin son söz yazısında da aynı tip cümlelerle karşılaşınca çeviriden kaynaklandığının farkına vardım. Kitabı bu çeviriden okuyanlar anlayacak ve hak verecektir ki bu tarz cümle yapılarında kullanılmış olan <i>'fakat' </i>bağlacı<i> </i>cümlenin doğallığını bozmuş. Günlük hayatta genellikle <i>"öyle değil, böyle"</i> deriz, araya bağlaç sıkıştırmayız. Zaten kullanılan bağlaç cümlenin anlaşılmasına katkı sağlamıyor, aksine metnin akışını bozuyor. Bunun haricinde, Ahmet Cemal'in Almanca tercüme konusundaki yetkinliği tartışma götürmez olduğundan dilimize onun yaptığı tercümeler elbette ki tercihe şayandır.<br />
<br />
Bu kitabın da dahil olduğu <i>"Modern Klasikler Dizisi"</i> için yaptırılan kapak tasarımlarına da hayran olduğumu belirtmeliyim. Burada da yine o imgelerin kullanımı son derece usta işi. Bu konuda yayınevini tebrik etmeden geçmek büyük haksızlık olurdu.<br />
<br />
Tamamı satranç üzerine kurulu olan, içinde <i>Sicilya Açılışı</i> gibi pek çok satranç terimine yer veren bu kitap hakkındaki yazımın kapanışını sayfa 12'den nefis bir satranç <i>oyunu</i> tarifiyle yapmak istedim:<br />
"...; satranç, insanoğlunun icat ettiği öteki bütün oyunlar arasında kendini bağımsızca rastlantının her türlü tiranlığının dışında tutan ve zafer taçlarını yalnızca tine ya da daha doğru bir deyişle, tinsel yeteneğin belli bir türüne sunan tek oyundu. Fakat insan daha satrancı bir oyun diye adlandırmakla, kendini hakaret etmek anlamı taşıyan bir küçümsemenin vebali altına sokmuş olmuyor muydu? Aslında satranç da bir bilimdi, bir sanattı, Hz. Muhammet'in gökyüzü ile yeryüzü arasındaki boşlukta bulunan tabutu gibi, bu kategoriler arasında boşlukta dolanmaktaydı, karşıtlıklardan oluşma bütün çiftlerin bir defaya özgü birleşmesiydi; sonsuz eski ama buna rağmen sonrasız yeniydi, kuruluşu bağlamında mekanikti, ama yalnızca imgelem gücü aracılığıyla etkinlik kazanabiliyordu, geometrik açıdan kaskatı bir uzamla sınırlıydı ve bu arada kombinasyonları bağlamında sınırsızdı, kendini sürekli geliştiriyordu, ama durağandı, hiçbir yere götürmeyen bir düşünme eylemiydi, hiçbir şey hesaplamayan bir matematikti, eserleri bulunmayan bir sanattı, özden yoksun bir mimariydi, fakat öte yandan, kanıtlanmış olduğu üzere, varlığı ve oluşu açısından bütün kitaplardan ve eserlerden daha kalıcıydı, bütün halklara ve zamanlara ait bulunan, can sıkıntısını öldürmek, duyuları bilemek, ruhu gergin tutmak için dünyaya hangi tanrının getirdiği kimsece bilinmeyen tek oyundu."<br />
<br />
<b>NOT:</b> Benim de ilgiyle takip ettiğim Barış Özcan'ın Youtube kanalındaki OKU serisinin bir bölümüne bu kitap konu edilmişti, izlemek için <a href="https://www.youtube.com/watch?v=nODG680lAFs" target="_blank">buraya tıklayabilirsiniz.</a>Alican Sadıçhttp://www.blogger.com/profile/08190346611813815421noreply@blogger.com3tag:blogger.com,1999:blog-3427975554917585360.post-28422914522492056712015-09-27T23:30:00.000+03:002018-02-14T00:09:59.763+03:00Kırmızı Pazartesi - Gabriel García Márquez<strong><span style="color: red; font-size: 130%;">Kitabın Künyesi<a href="http://i.dr.com.tr/cache/600x600-0/originals/0000000064101-1.jpg"><img alt="" border="0" src="http://i.dr.com.tr/cache/600x600-0/originals/0000000064101-1.jpg" height="300" style="float: right; margin: 0px 0px 10px 10px;" width="205" /></a></span></strong><br />
<br />
<strong><span style="color: #3366ff;">Yazarı:</span> <span style="color: black;">Gabriel García Márquez</span><br /><span style="color: #3366ff;">Orijinal Adı:</span> <span style="color: black;">Crónica de una muerte anunciada</span><br /><span style="color: #3366ff;">Çeviren:</span> <span style="color: black;">İnci Kut</span><br /><span style="color: #3366ff;">Sayfa Sayısı: </span><span style="color: black;">107</span><br /><span style="color: #3366ff;">Tür:</span> <span style="color: black;">Dünya Edebiyatı</span><br /><span style="color: #3366ff;">Yayınevi:</span> <span style="color: black;">Can Yayınları</span><br /><span style="color: #3366ff;">ISBN:</span> </strong><strong><span style="color: black;">978-975-07-2157-1<br /><span style="color: #3366ff;">Baskı Tarihi</span></span><span style="color: #3366ff;">:</span><span style="color: black;"> Nisan 2015</span></strong><br />
<strong><span style="color: #3366ff;">Özgün Dili:</span> <span style="color: black;">İspanyolca</span><br /><span style="color: #3366ff;">Fikrim: <span style="color: black;">Yıllar önce işlenmiş bir cinayeti, kendi kültürel altyapısı içinde anlatan </span></span></strong><strong><span style="color: #3366ff;"><span style="color: black;">bu kısa kitap sıkılmadan okunabilir.</span></span></strong><strong><span style="color: #3366ff;"><span style="color: black;"> Çıkış noktası, yazarın tanıklık ettiği gerçek bir hikaye olduğu için anıları sevenlerin de hoşuna gidecektir.</span></span></strong><br />
<strong><br /><span style="font-size: 130%;"><span style="color: red;">Arka Kapak - Tanıtım Yazısı</span></span></strong><br />
<br />
<span 1981="" a="" aktar="" anm="" arka="" b="" belli.="" bi="" bildi="" bir="" bu="" c="" cinayet="" cinayetin="" cinayetinin="" d="" da="" daha="" davran="" de="" dek="" engel="" etkileri="" ey="" gabriel="" garc="" ge="" halk="" hem="" herkesin="" i="" il="" ilgiyle="" ilk="" imlerinin="" in="" ini="" irdi="" iziyor.="" k="" kahraman="" kasabada="" kazanm="" kimsenin="" kolombiya="" kolombiyal="" l="" ld="" lece="" lenece="" lkede="" llar="" m="" mlanan="" mland="" ms="" n="" namus="" nasar="" nbsp="" nce="" ndaki="" niteli="" nyan="" ocuklu="" ok="" okuyaca="" olay="" olmak="" olmu="" oluyor.="" ortak="" pazartesi="" pek="" plan="" potresini="" r="" rlardan="" rm="" roman.="" roman="" rquez="" rt="" ruh="" s="" sa="" santiago="" sars="" sat="" sonuna="" span="" style="color: black;" toplumsal="" unu="" usta="" ve="" y="" ya="" yaln="" yan="" yapmad="" yay="" yazar="" yedinci="" yk="" ylece="" yor.="" z="" zca="">
<span style="color: black;">Kolombiyalı büyük yazar Gabriel García Márquez'in 1981'de yayımlanan yedinci romanı <i>Kırmızı Pazartesi</i>, işleneceğini herkesin bildiği ancak engel olmak için kimsenin bir şey yapmadığı bir cinayetin öyküsü. Hem Kolombiya'da hem de dünyanın dört bir yanındaki pek çok ülkede sarsıcı etkileri olmuş bir roman. Usta yazar, çocukluğunu geçirdiği kasabada yıllar önce yaşanmış bir cinayet olayını kendi sözcükleriyle, kendi eşsiz anlatımıyla aktarıyor. Romanın kahramanı Santiago Nasar'ın öldürüleceği daha ilk satırlardan belli, ancak sonun baştan belli olması, kitaba sürükleyiciliğinden bir şey kaybettirmiyor.</span></span><br />
<span 1981="" a="" aktar="" anm="" arka="" b="" belli.="" bi="" bildi="" bir="" bu="" c="" cinayet="" cinayetin="" cinayetinin="" d="" da="" daha="" davran="" de="" dek="" engel="" etkileri="" ey="" gabriel="" garc="" ge="" halk="" hem="" herkesin="" i="" il="" ilgiyle="" ilk="" imlerinin="" in="" ini="" irdi="" iziyor.="" k="" kahraman="" kasabada="" kazanm="" kimsenin="" kolombiya="" kolombiyal="" l="" ld="" lece="" lenece="" lkede="" llar="" m="" mlanan="" mland="" ms="" n="" namus="" nasar="" nbsp="" nce="" ndaki="" niteli="" nyan="" ocuklu="" ok="" okuyaca="" olay="" olmak="" olmu="" oluyor.="" ortak="" pazartesi="" pek="" plan="" potresini="" r="" rlardan="" rm="" roman.="" roman="" rquez="" rt="" ruh="" s="" sa="" santiago="" sars="" sat="" sonuna="" span="" style="color: black;" toplumsal="" unu="" usta="" ve="" y="" ya="" yaln="" yan="" yapmad="" yay="" yazar="" yedinci="" yk="" ylece="" yor.="" z="" zca=""><span style="color: black;"><br /></span></span>
<span 1981="" a="" aktar="" anm="" arka="" b="" belli.="" bi="" bildi="" bir="" bu="" c="" cinayet="" cinayetin="" cinayetinin="" d="" da="" daha="" davran="" de="" dek="" engel="" etkileri="" ey="" gabriel="" garc="" ge="" halk="" hem="" herkesin="" i="" il="" ilgiyle="" ilk="" imlerinin="" in="" ini="" irdi="" iziyor.="" k="" kahraman="" kasabada="" kazanm="" kimsenin="" kolombiya="" kolombiyal="" l="" ld="" lece="" lenece="" lkede="" llar="" m="" mlanan="" mland="" ms="" n="" namus="" nasar="" nbsp="" nce="" ndaki="" niteli="" nyan="" ocuklu="" ok="" okuyaca="" olay="" olmak="" olmu="" oluyor.="" ortak="" pazartesi="" pek="" plan="" potresini="" r="" rlardan="" rm="" roman.="" roman="" rquez="" rt="" ruh="" s="" sa="" santiago="" sars="" sat="" sonuna="" span="" style="color: black;" toplumsal="" unu="" usta="" ve="" y="" ya="" yaln="" yan="" yapmad="" yay="" yazar="" yedinci="" yk="" ylece="" yor.="" z="" zca=""><span style="color: black;"><i>Kırmızı Pazartesi</i>, yalnızca bir cinayetin arka planını değil, bir halkın ortak davranış biçimlerinin portresini de çiziyor. Böylece, sonuna dek ilgiyle okuyacağınız bu kısa ve ölümsüz roman, bir toplumsal ruhçözümlemesi niteliğini de kazanmış oluyor.</span><br /><span style="color: black;"> </span><br />
<strong><span style="color: red; font-size: 130%;">Eleştiri Yazısı</span></strong><br />
<br />
"İŞLENECEĞİNİ HERKESİN BİLDİĞİ BİR CİNAYETİN ÖYKÜSÜ"</span><br />
<span 1981="" a="" aktar="" anm="" arka="" b="" belli.="" bi="" bildi="" bir="" bu="" c="" cinayet="" cinayetin="" cinayetinin="" d="" da="" daha="" davran="" de="" dek="" engel="" etkileri="" ey="" gabriel="" garc="" ge="" halk="" hem="" herkesin="" i="" il="" ilgiyle="" ilk="" imlerinin="" in="" ini="" irdi="" iziyor.="" k="" kahraman="" kasabada="" kazanm="" kimsenin="" kolombiya="" kolombiyal="" l="" ld="" lece="" lenece="" lkede="" llar="" m="" mlanan="" mland="" ms="" n="" namus="" nasar="" nbsp="" nce="" ndaki="" niteli="" nyan="" ocuklu="" ok="" okuyaca="" olay="" olmak="" olmu="" oluyor.="" ortak="" pazartesi="" pek="" plan="" potresini="" r="" rlardan="" rm="" roman.="" roman="" rquez="" rt="" ruh="" s="" sa="" santiago="" sars="" sat="" sonuna="" span="" style="color: black;" toplumsal="" unu="" usta="" ve="" y="" ya="" yaln="" yan="" yapmad="" yay="" yazar="" yedinci="" yk="" ylece="" yor.="" z="" zca=""><br /></span>
<span 1981="" a="" aktar="" anm="" arka="" b="" belli.="" bi="" bildi="" bir="" bu="" c="" cinayet="" cinayetin="" cinayetinin="" d="" da="" daha="" davran="" de="" dek="" engel="" etkileri="" ey="" gabriel="" garc="" ge="" halk="" hem="" herkesin="" i="" il="" ilgiyle="" ilk="" imlerinin="" in="" ini="" irdi="" iziyor.="" k="" kahraman="" kasabada="" kazanm="" kimsenin="" kolombiya="" kolombiyal="" l="" ld="" lece="" lenece="" lkede="" llar="" m="" mlanan="" mland="" ms="" n="" namus="" nasar="" nbsp="" nce="" ndaki="" niteli="" nyan="" ocuklu="" ok="" okuyaca="" olay="" olmak="" olmu="" oluyor.="" ortak="" pazartesi="" pek="" plan="" potresini="" r="" rlardan="" rm="" roman.="" roman="" rquez="" rt="" ruh="" s="" sa="" santiago="" sars="" sat="" sonuna="" span="" style="color: black;" toplumsal="" unu="" usta="" ve="" y="" ya="" yaln="" yan="" yapmad="" yay="" yazar="" yedinci="" yk="" ylece="" yor.="" z="" zca="">Bu kitabı kısaca özetlemek gerekirse söylenecek şey tam da bu olurdu. Ancak kitabın özeti desek bile bu tanım romanın sonunu değil; daha ilk satırda söylenen bir gerçeği, bir adamın cinayete kurban gideceği gerçeğini yüzümüze çarpıyor. Aslında yukarıdaki tamlama kitabın orijinal adının dilimize bir tercümesi. Bu dururken "Kırmızı Pazartesi" şeklinde bir başlık son derece gereksiz kalıyor çünkü kitapta anlatılan ana olay okura bir sürpriz değil, sürpriz olmadığı için orijinal başlık olarak da açıklayıcı bir isim seçilmiş. Bizde n</span>eden bu kadar yanlış ve kitapla alakasız bir ad seçildiğine anlam veremedim. Oysaki kitabın diğer yabancı dillere çevirilerinde de asıl isme bir şekilde sadık kalındığını görüyoruz: örneğin, İngilizce çevirisi "Chronicle of a Death Foretold" gibi.<br />
<br />
Kitabın ilk bölümünden itibaren bir karakter bombardımanına uğruyorsunuz. En başta, özellikle anlatıcı ile öldürülen adam birbirine girebiliyor. Kitap boyunca çok fazla karakter var. Bu nedenle de kitabın sonuna gelseniz bile karakter isimlerini karıştırabiliyorsunuz. Bunun bir sebebinin, zaten kısa olan kitabın, karakterlerin derinlemesine tanıtılmasına izin vermemesi olduğunu düşünüyorum. Bir diğer sebebi de Latin Amerika isimlerine çok fazla alışık olmamamız ve kitap boyunca herkesin sürekli ad-soyad şeklinde anılması olabilir.<br />
<br />
Anılarında kalan eski bir hikayeyi öyküleştirmek isteyen yazar, olayın tanıklarıyla yıllar sonra tek tek görüşmüş. Olaydan yıllar sonra alınmış bu ifadeler sayesinde eksik parçalar tamamlanmış. Hatta bazı yerlerde doğrudan röportaj gibi cümleler var kitapta. Ancak üzerinden uzun yıllar geçtiği için bazı tanıklar detayları unutmuş, bazıları ölmüş, bazılarından haber alınamamış, bazılarına da yazar ulaşamamış. Hatta Angela Vicario'nun annesi yazarla bu konuyu kesinlikle konuşmak istememiş. Bu kadar önemli bir kişi konuşmadığı için, kitapta onunla ilgili bölümlerde yazar kendi hatıralarından yararlanmak zorunda kalmış. Dolayısıyla bütün bilgilere ulaşılamadığı için bazı parçalarda eksiklik seziliyor. Olayın her ayrıntısına hâkim bir bakış açısı yok kitapta. Yazarın kendi yaşadığı bir olay olduğu için onun gözünden görüyoruz olayları. Tanıkların ve olayı yaşayanların anlattıkları kadarını bilebiliyoruz ancak.<br />
<br />
Kitap bir namus cinayetini anlatıyor. Ancak son bölümde, öldürülen kişi olan Santiago Nasar'ın bu olayda tamamen masum olabileceğini de öğreniyoruz. Gerçekleri Angela Vicario'dan başka bilen kimse olmamasına rağmen birtakım delillere dayanılarak onun suçlu olamayacağı ima ediliyor. Örneğin ikisi daha önce hiç birlikte görülmemişler; bununla beraber Santiago'nun kendini beğenmiş ve zampara kişiliği nedeniyle o kıza ilgi duyabileceği düşüncesi de çok mantıksız geliyor yazara. Hatta yaşadıkları kasabada bile uzunca bir süre Angela'nın başka birini korumak için, ağabeylerinin dokunmaya cesaret edemeyeceklerini düşündüğü Santiago Nasar'ın adını verdiği konuşuluyor. İşte kitapta tam da bunların anlatıldığı 90. sayfada yazar, sorgu yargıcının kaleminden romandaki şu meşhur sözü verir: <i>"Bana bir önyargı verin, dünyayı yerinden oynatayım."</i><br />
<br />
Kitabın en başında; her işi iyi yapan, her şeyden anlayan zengin adam Bayardo San Román, evlenmek için Angela Vicario'yu seçtiğinde, kızın ailesi başta olmak üzere herkes mutlu olmuştu ancak bu evlilikle başlayan olaylar silsilesinin, yıllar sonra facia ya da felaket diye anılacağını tahmin edemezlerdi elbette. Kızını <i>"Aşk da öğrenilir."</i> diyerek susturan anne, yıllar sonra bu olayla ilgili tek kelime edemez hale geleceğini bilebilir miydi? Bilse aynı cümleyi kurmaya cesaret edebilir miydi?<br />
<br />
Düğünün anlatıldığı bölümler farklı bir kültüre dair ipuçları veriyor. Düğün evine gelenlerin üstüne pirinç taneleri atılması beni çok şaşırtan bir detaydı kitapta. Bunun yanında gelinlerin taktığı, kitapta "saflığın simgesi" olarak anılan portakal çiçekleri bizim kültürümüzdeki kırmızı kuşakla büyük benzerlik gösteriyor. Kasabaya belli tarihlerde bir gemiyle gelen piskopos toprağa ayak basmak için gemiden inmediği halde insanlar onun duasından yararlanmak istiyorlar ve evdeki hastalarını dışarı çıkarıyorlar, yatalak hastalarını kapı eşiklerine yatırıyorlar. Piskopos için yapılan hazırlıklar da çok ilginç. Örneğin piskoposa, çok sevdiği horoz ibiği çorbasını yapabilsin diye onlarca horoz hediye ediyorlar. Bu bahsedilen geleneklere benzer şekilde verilen birçok detay okura toplumbilimsel katkılar yapıyor.<br />
<br />
Bunlara ek olarak sosyolojik ve psikolojik tespitler var kitapta. Örneğin; cinayet işleyecek ikizlerden biri olan Pablo Vicario'nun nişanlısı Prudencia Cotes, bu namus cinayetini bir erkeklik meselesi olarak görüyor ve görevini yapamazsa Pablo ile evlenmeyeceğini söylüyor. İkizlerin üstündeki baskı öyle bir seviyede ki mahkemede bu cinayeti aynı nedenlerle bin kez de olsa yeniden işleyeceklerini beyan ediyorlar. Sosyal baskı ikizlerin üzerine adeta korkunç bir yük olarak çöküyor. Belki de birini öldüreceklerini herkese duyurmalarının sebebi budur. Çünkü okur olarak bizler anlatımdan ikna oluyoruz ki ikizler aslında bu cinayeti işlemek istemiyorlar; birisi engel olsun diye uğraşıyorlar; geciktirdikçe geciktiriyorlar yapacakları işi. Ama hiç kimse engel olmayınca ve yetkililer dahi sorumsuzca davranınca çaresiz cinayet işlemeye mecbur kalıyorlar. Gelinen noktada "Bu cinayetin asıl sorumlusu kim?" sorusu gelip kafamıza dank ediyor. Sadece ikizleri suçlayan bir cevap verebilir miyiz bu soruya? Elinden çokçası geldiği halde hiçbir şey yapmamayı tercih eden insanlar çok mu masum peki? Bana göre yazar, toplumun kendisinin oluşturduğu namus kavramı nedeniyle -belki- masum bir insanın katledildiği bu cinayet için toplumun bütününü itham etmiş. Bir anlamda, cinayetten sonra her yerin Santiago Nasar kokması, hatta bu kokunun ikizlerin atıldıkları zindana bile geliyor olması da yine işin psikolojik boyutuyla ilgili bence. Katiller dahil olmak üzere herkeste derinden hissedilen bu suçun bir dışavurumu.<br />
<br />
Tüm ayrıntılarıyla apaçık ortada duran bir cinayete nasıl olur da hiç kimse engel olamaz? Kasabada genel bir umursamazlıktan söz etsek de orada yaşayan herkesin bu cinayete kayıtsız kaldığını söyleyemeyiz. Engel olmak için çabalayan insanlar da var. Kitabın ilk bölümünde 20. sayfada bahsedilen ihbar mektubu ilginç bir şekilde hiç kimsenin eline geçmiyor. Son bölümde 103. sayfada bu mektubu gördüğünden özellikle bahsedilen Santiago Nasar'ın annesi Plácida Linero, buna aldırmayarak koşuyor ve evin kapısını kapatıp sürgülüyor. Çünkü oğlunu evde sanıyor, kapıyı kapatırsa katletmeye gelenlerden onu kurtarabileceğini düşünüyor. İşte bu yüzden, eve girmesine sadece birkaç saniye kala kapanan evinin kapısı önünde öldürülüyor Santiago Nasar. Bütün bunlar ister istemez bir "Kader mi, talihsizlik mi?" sorgulamasına yol açacak olaylar bana göre. Zirâ 71. sayfada yazarın ağzından da şunu duyuyoruz: <i>"Santiago Nasar'ın kaderinin acımasızlığını düşünüyordum: 20 yıllık mutlu yaşamını yalnızca canını alarak sona erdirmekle kalmamış, aynı zamanda bedenini paramparça ederek ortalığa dağıtıp yok etmişti." </i><br />
<br />
Olayla ilgili ayrıntılara ulaşmak için dava dosyasını bulmaya uğraşan yazar, berbat bir arşivleme nedeniyle raporun yalnızca bir kısmına ulaşabiliyor. Bu dosyadan yararlanarak yazdığı bazı bölümler gerçek bir otopsi raporu gibi son derece ayrıntılı tasvirlere sahip. Cesedi sorgu yargıcı gelene kadar bile muhafaza edememenin korkunçluğuyla ürperiyorsunuz. Kitabın sonunda cinayet ânının anlatıldığı kısımda da aynı hisse kapılıyorsunuz. İkizlerin adam çabuk ölsün diye uğraşıp telaştan daha da başarısız olmaları ve sonuç olarak işkencevâri bir cinayet işlemeleri fazlaca detaylandırılmış. Öyle ki 'adamın karnına yediği bıçak darbesiyle bağırsaklarının dışarı fırlaması' gibi vahşi anlatımlar mevcut bu bölümde. Sonrasında ise Santiago Nasar'ın kendi bağırsakları elinde yürürken yazarın halasına rastlayıp ona <i>"Beni öldürdüler, Wene Hala"</i> demesi de korkunç olduğu kadar kitap için etkileyici bir son olmuş.<br />
<br />
Kitabın kapağında hemen bir tavşan göze çarpıyor. Daha ilk bölümde 16. sayfada evin aşçısının, köpekleri, daha dumanı tüten tavşan işkembesi ve bağırsaklarıyla beslediğini gören Santiago Nasar, dehşete kapılarak aşçıya <i>"Bu kadar acımasız olma. Onu bir insan olarak düşünsene."</i> der. Görüntüden bile o kadar ürperen adamın iç organları ortalığa saçılarak öldüğü dikkate alındığında kapakta bıçaklarıyla duran ikizlerin yanındaki tavşan, Santiago Nasar'ı simgeliyor olmalı!<br />
<br />
Doktor gelene kadar cesedin muhafaza edilemeyeceği anlaşılınca kasabanın rahibi otopsiyi gerçekleştirmekle görevlendiriliyor. Rahibin yazdığı raporu okuyan doktorun, 70. sayfanın ilk paragrafında yaptığı <i>"Bu kadar ahmak olmak için ancak papaz olmak gerekir."</i> yorumu alttan alta bir din-bilim çatışmasını akla getiriyor.<br />
<br />
Kitabın son bölümünde özellikle olayın toplum hafızasında edindiği yere ve belki daha da önemlisi toplumun fertlerinin hayatına birebir etkisine değinilmiş. Facianın akabinde ailesiyle uzak bir kasabaya taşınan Angela Vicario'yu yazarın, yirmi üç yıl sonra saçlarına sarımtrak aklar düşmüş halde dikiş dikerken görmesi çok dramatik. Yeni çiftin yaşaması için alınan ev ve arabanın facia sonrası terk edilmesi, sonra da çürüyüp dökülmesinin anlatıldığı bölümler de öyle.<br />
<br />
Başka bir ülkenin yargılama metodu ve hukukî süreci hakkında az da olsa bilgi almak benim ayrıca işime yaradı. Özellikle sorgu yargıcı, onun hazırladığı rapor ve diğer yargısal terimleri öğrenmek ilginçti. Çünkü bizim şu anki ceza yargılama usûlümüzde <i>sorgu hâkimi</i> ya da daha eski ismiyle <i>müstantik</i> adıyla bir görevli bulunmamakta. Aynı zamanda çok daha önemli bir şey öğretti bu kitap bana. Okurken 73. sayfaya geldiğimde "Türk" kelimesine rastlayarak şaşırdım. Hemen sayfanın altında, <i>"Güney Amerika ülkelerinde Ortadoğu'dan göçen Arap kökenlilere Türk gözüyle bakılır." </i>yazan çok üzücü bir çevirmen notuyla karşılaştım. Babası Arap kökenli olan Santiago Nasar öldürülünce civarda yaşayan Araplar, öç almak için katil ikizleri kovalamaya başlıyor. Bu durum peşpeşe önyargıları beraberinde getiriyor. Tutuklanan ikizler, ağır bir ishale yakalandıkları için Araplar tarafından zehirlendiklerini düşünüyorlar. İkizlerin dışındakiler, daha da vahşi bir olasılığı; Arapların geceyi bekleyerek tepe penceresinden içeri benzin döküp ikizleri diri diri yakacaklarını varsayıyorlar.<br />
<br />
Kitabın başka bir yerinde ise Santiago Nasar'ın ahlaksızlığı nedeniyle utanç duyması gerektiği ve onu öldürmeye gelenlerden kaçması gerektiği düşünülüyor. Adamın düğünden sonraki sabah yaşanan olaydan habersiz olduğu ve hakkındaki cinayet planlarını bilmediği hiç hesaba katılmadan, hakkında <i>"Buradaki bütün Türkler gibi parasının kendisine dokunulmazlık kazandırdığını sanıyordu."</i> yorumu yapılıyor. Görüldüğü üzere "Türk" kelimesi ne yazık ki yüzyıllardır üstlendiğimiz "Ortadoğulu" imajı yüzünden dünyanın her yerinde kötü bir çağrışıma sahip. Bu kitap bu gerçeği hiç tahmin etmediğim bir biçimde yüzüme çarpınca rahatsız olduğumu açıkça itiraf etmeliyim.<br />
<br />
Kitap, Can Yayınları'nın alışıldık beyaz kapaklarının yerini alan yeni tasarımlardan birine sahip. İlk başta yayınevinin bu kararı okurlar tarafından yadırgansa bile daha fazla emek verildiği belli olan yeni kapakların göze çok hoş geldiği muhakkak. Ancak eski tasarım baskıların bazılarında, bu yazının ilk paragrafında bahsettiğim orijinal ismin çevirisi, kapaktaki "Kırmızı Pazartesi" yazısının hemen altında yer almaktaydı. Şimdi ise kitabın iç sayfalarında ancak kendine yer bulabilmiş olması eleştirilecek bir noktadır bana göre. Bunun haricinde kapağıyla aynı tasarıma sahip bir ayraç da çıkıyor kitabın içinden. Ben kitaplara özel basılan bu tarz ayraçlardan özellikle hoşlanıyorum. Keşke tüm kitapların içinden böyle özel ayraçlar çıksa...<br />
<br />
Kendi geliştirdiği "Büyülü Gerçekçi" tarzıyla aynı anda hem fantastik hem gerçekçi unsurları eserlerinde kullanan yazar, 1982 yılında Nobel Edebiyat Ödülü'ne layık görülmüştür. Can Yayınları da bu vesileyle yazarın tüm yeni baskı kitap kapaklarında sol üst köşede "1982 Nobel Edebiyat Ödülü" yazan bir damga kullanmış.<br />
<br />
Ben bu yazıyı kitabın en başında yer alan bir cümleyle bitirmek istiyorum. Kitabı açtığımızda Portekizli oyun yazarı ve şair Gil Vicente'nin oyunlarının birinden, okuyanı düşünmeye sevk eden bir alıntı karşılıyor bizi. Diyor ki:<br />
<br />
<i>"Aşk avına çıkmak, şahinle avlanmak gibidir."</i><br />
<i><br /></i>
Not: Yukarıda romanın nasıl bir sosyal ortamda geçtiğine biraz değinmeye çalıştım. Ancak o toplumun sosyo-kültürel açıdan ayrıntılı bir incelemesini <a href="https://selimtepeler.wordpress.com/2013/11/24/kirmizi-pazartesi-toplumunun-sosyo-kulturel-acidan-incelenmesi/" target="_blank">buradan</a> okuyabilirsiniz.Alican Sadıçhttp://www.blogger.com/profile/08190346611813815421noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-3427975554917585360.post-16013440261625927022015-08-16T17:33:00.000+03:002016-01-26T23:30:53.935+02:00Bu Roman O Kız Okusun Diye Yazıldı - Enver Aysever<a href="http://img1.dr.com.tr/pimages/Content/Uploads/ProductImages/739104/f85bab70-ec70-48c2-b9b7-893f6d5c2474.jpg" imageanchor="1" style="clear: right; float: right; margin-bottom: 1em; margin-left: 1em;"><img alt="" border="0" src="http://img1.dr.com.tr/pimages/Content/Uploads/ProductImages/739104/f85bab70-ec70-48c2-b9b7-893f6d5c2474.jpg" style="height: 300px; margin-top: 0px; width: 200px;" /></a><strong><span style="color: red; font-size: 130%;">Kitabın Künyesi</span></strong><br />
<br />
<div>
<strong><span style="color: #3366ff;">Yazarı: <span style="color: black;">Enver Aysever</span></span></strong><br />
<strong><span style="color: #3366ff;">Sayfa Sayısı: </span><span style="color: black;">296</span></strong><br />
<strong><span style="color: #3366ff;">Tür: <span style="color: black;">Türk Edebiyatı</span></span></strong><br />
<strong><span style="color: #3366ff;">Yayınevi: <span style="color: black;">Doğan Kitap</span><br />ISBN: <span style="color: black;">978-605-09-2241-7</span><br />Baskı Tarihi:</span><span style="color: black;"> Kasım 2014</span></strong><br />
<strong><span style="color: #3366ff;">Özgün Dili:</span> <span style="color: black;">Türkçe</span><br /><span style="color: #3366ff;">Fikrim: </span><span style="color: black;">"Satır araları birtakım güzel tespitler içerse de yoğun tesadüfler ve gereksiz duygusallık gibi klasik bir melodramın karakteristik özelliklerini taşıyan kitap okuru aşırı derecede sıkıyor."</span></strong><br />
<br />
<strong><span style="color: red; font-size: 130%;">Arka Kapak - Tanıtım Yazısı</span></strong><br />
<strong><span style="color: red; font-size: 130%;"></span></strong><br />
<span id="ctl00_BookRelatedInfoLeft_TabContainer1_TabPanel1_label_aciklama">İstanbullu bir aşk bizim yaşadığımız</span><br />
Bal renkli gözlü, rüzgârla gelen kız<br />
Pardösüm uçurtma olmuş, ayaklarımı yerden keser<br />
İlk şiirler söylenmeden içimde büyür keder.<br />
<br />
Dans eden hayaline bakıyorum penceremde<br />
Yıldızlara bulandım, yaralı sözler bu gece<br />
Ses vermek için sana çırpınır bir haldeyim<br />
Nefesim tükendi artık, aşk için acemiyim.<br />
<br />
Ayrılık sözleri yakışmaz İstanbullu aşka<br />
Seni bana getirdi dizelerle Cemal Süreya<br />
Bu mektup o kız okusun diye yazıldı<br />
Bu şarkı o kız söylesin diye yapıldı.<br />
<br />
<strong><span style="color: red;"><span style="font-size: 130%;">Eleştiri Yazısı</span></span></strong><br />
<strong><span style="color: red;"><span style="font-size: 130%;"><br /></span></span></strong><span style="font-family: "times" , "times new roman" , serif;"><span style="background-color: white; color: #444444; line-height: 16px;">"Şiirin, edebiyatın izinden giderek özgürce haykırmak için umutla. 25/Nisan/2015" </span></span><br />
<span style="font-family: "times" , "times new roman" , serif;"><span style="background-color: white; color: #444444; line-height: 16px;"><br /></span></span>
İzmir Kitap Fuarı'nda kitabı adıma imzalarken işte bu notu düştü Enver Aysever. İçinde bolca Cemal Süreya şiiri bulunan kitaba yazılacak uygun bir cümle elbette.<br />
<br />
Kitaba yağmurlu bir günde başladım ve tesadüfen kitabın ilk bölümü de yağmurlu bir İstanbul gününde geçiyordu. Sonrasında bundan daha tuhaf şeyler de oldu: Romanda bahsedilen ortamı betimleyen birçok kötü olay, romanı okuduğum dönemde üst üste yaşandı. Karakterlerin eski yaşanmışlıkları anlatılırken arka planda bahsedilen şehit, ağıt, bombalama haberleri veya İstanbul'un önemli bir sorunu olan tanker kazaları günümüzde hiç değişikliğe uğramadan hala yaşanıyorsa bundan ülke olarak utanç duymalıyız! Burada yazarın gözlem ve analiz yeteneğini överken, ülke felaketlerinin hiç mi hiç değişmemesini de sonuna kadar sorgulamalıyız, diye düşünüyorum.<br />
<br />
Yazarının ifadesiyle <i>"bir gayrimüslimle bir Müslümanın aşkı değil; kendini diniyle, milletiyle tarif etmeyen iki gencin biraz dramatik ama mutlaka İstanbul'un duygusunu taşıyan aşkı" </i>anlatılıyor romanda. En başta belirtmek isterim ki aşk romanları okumayı hiç sevmem. Vıcık vıcık aşk ve sevgi tasvirleri beni oldukça sıkar. Açıkçası bu romanda da yer yer o vıcık vıcıklığı hissettim.<br />
<br />
Bununla beraber roman olağanüstü bir tasvir ve benzetme bombardımanına tutuyor okuru. Daha en başta bu kadar tasvirle karşılaşmışken içinde bulunduğum isyan halini en iyi anlatan cümleyle yine kitabın 32. sayfasında karşılaştım: <i>"Bunca tasvir yeter." </i><br />
<br />
Üstelik bazı betimlemeler de gündelik hayatta insanın aklına gelmeyecek tuhaf kelimelerle kurulmuş. Üstüne üstlük bu kelimeler kulak tırmalayacak biçimde sıklıkla kullanılmış. Bunlar da okurun betimlemelerin içine girememesini beraberinde getiriyor. Ayrıca tesadüflerin sıklığı, okurda gerçek olabilirlik algısını sekteye uğratıyor. Mesela aşıklar kaçarken hemen bir taksiye atlıyorlar. Peki, taksiyi nereden buluyorlar? Önceden mi ayarlamışlar? Bunlar anlaşılmıyor. Önceden ayarlamış olsalar taksicinin durumdan haberdar olması gerekirdi. Oysaki kendi iç sesinden olayı bilmediği anlaşılıyor. İşte bu gibi temelsiz tesadüfler çok can sıkıcı olabiliyor.<br />
<br />
Koskoca bir bölümde bazen sadece üç beş hareketin olduğu, genelde şehir ve insan betimlemelerinin yapıldığı veya bir şeylere sitem içeren cümlelerin kurulduğu bir "roman" bu. Konuşma cümleleri neredeyse hiç yok kitapta. Aşk romanı olması sebebiyle zaten kurgusal anlamda da olağanüstü bir yapısı yok kitabın. Bunun üzerine diyalog bakımından da zayıf olması okurken aşırı sıkıyor okuyucuyu. Kitabın 77. sayfasında okurun bu hissettiklerini ilginç bir şekilde yazarın ağzından da okuyoruz: <i>"... Buna tanıklık eden, eğer hoşgörülü değilse, bu aksak akış karşısında çoğu zaman öfkelenir. O ana dek birbirleriyle doğru dürüst konuştuklarına tanık olmayan okur, çıldırtıcı bir beklenti içindedir."</i> Okurun hissettiklerini böylesine anlayan yazarın okuru çıldırtıcı beklentiden kurtarması gerekmez mi? Ne yazık ki okur çıldırtıcı beklenti yüzünden çıldır(tıl)maya devam ediyor. Uzun konuşmalar ilk kez 19. bölümde kızın kendi hayatını anlatmasıyla çıkıyor ortaya. Onlar da tiyatro tiratları gibi uzun monologlar. Aslına bakarsanız zordur diyalog olmadan olay örgüsünü sürdürmek. Lâkin bunu okuru sıkmadan başarmak daha da zordur. Ve bence asıl olması gereken de odur.<br />
<br />
İşte tüm bu anlattıklarım yüzünden elimde sürünen kitap, bir vicdan azabı olup üzerime çökmüş oldu. Her ne kadar başkaca sebepleri olsa bile, uzun bir müddet yaşadığım kitap okuyamama sorunumun en önemli sebebinin bu kitap olduğunu düşünüyorum.<br />
<br />
Bu kadar "kötüleme"den sonra kitabın güzel bir tarafının olmadığını düşünebilirsiniz. Aksine hoşuma giden yerleri de bir hayli fazla. Örneğin mekanlar oldukça canlı bir şekilde karşımıza çıkıyor. Vapuruyla, martısıyla, simidiyle, çayıyla gözümüzün önüne getirilen bir İstanbul var romanda. Mesela bankta oturan âşıklar ile yanlarındaki keman ve gitardan oluşan manzarayı bir aileye benzetmiş yazar. Bunun gibi başarılı başka benzetmeler de mevcut.<br />
<br />
Müthiş bir şairin müthiş dizeleri eşlik ediyor roman boyunca bize. Şiirinde <i>"Çünkü her yüz bir memlekettir." </i>şeklinde muazzam kuvvetli benzetmeler ve imgeler kullanan şair Cemal Süreya'ya hayran bir başkarakter yarattığı için bile teşekkür borçluyuz Enver Aysever'e.<br />
<br />
Özal'ın papatyaları vasıtasıyla iş bulan başkarakter, sonraları magazinciler ile ünlüler arasındaki derin tezadı sezince ait olmadığı yeri terk ediyor. Papatyalar, arı, bal, petek kavramlarıyla yaptığı telmih takdire şayan. Ancak bazı göndermelerse yersiz ve gereksiz. Boşu boşuna hikâyeyi dağıtmış, kitabı yormuş.<br />
<br />
Yer yer anlatıcının belirsiz olması sayesinde bazı kısımları okurken deneme tadı alıyorsunuz. Bu esasen kötü bir özellik değil. Ancak bir roman okuduğunuzu sanırken deneme-vâri bölümlerle karşılaşmak okuru afallatıyor. Romandan bağımsız bakıldığında içinde fikir yazısı olabilecek çok güzel bölümler var. Örneğin romandaki 3 numaralı bölümün ilk iki paragrafı "Ölüm Üstüne" başlığıyla enfes bir deneme olabilir. Sayfa 102'deki <i>"Mektup kimindir?"</i> sorusuyla başlayan paragraf ile sayfa 137'deki dostlukla ilgili bölüm de herhangi bir deneme kitabında eğreti durmaz.<br />
<br />
Bazen de anlatıcının orada olduğunu çok belli etmesi yüzünden bir Tanzimat romanı okuyor hissine kapılıyorsunuz. Örneğin 104. sayfada yer alan <i>"Size yemin ederim ki, o gece yıldızlar teker teker indiler gökten ve odanın içinde selamladılar genç adamı."</i> cümlesi, anlatıcının kendisiyle konuşmasına (ve dahası; yemin etmesine) alışık olmayan okura şok edici gelebilir. Aynı sayfada kedilerle ilgili de gereksiz romantizme kaçan bir anlatım tercih edilmiş. Ayrıca anlatıcının başkarakterden <i>"bir roman kahramanıydı işte"</i> şeklinde bahsetmesi veya olaylardan hareketle yaptığı <i>"bu bir romandı işte" </i>vurgusu romanı gerçekçilikten uzaklaştırmış. Zaten başkarakterden "Kahverengi Pardösülü Adam" diye bahsedilmesi de yazarın tabiriyle bir Fransız filmi tadında yapmış romanı.<br />
<br />
Kitabın genelinde hep isimsiz kahramanlar var. "Yahudi kızı" veya "Bal renkli gözlü kız" olarak tanıştığımız kızın adının önce Eda sonra Rita olduğunu öğrensek de başkarakterin ismini hiç öğrenemiyoruz. O hep "Kahverengi Pardösülü Adam" olarak kalıyor. Roman boyunca hep "Şişman" diye bahsedilen karakter ise başlarda hayali bir karakter gibi. Bazen aniden beliriyor. Yâni pek yakında öleceğini öğrenen başkahramanımızın kafasında oluşturulmuş sanki. Gerektiğinde geliyor, ihtiyaç kalmadığında da gidiyor. Bu karakter gerçek olamayacak kadar karikatürize. Adı olmayan bu karakterden yalnızca "Şişman" diye bahsedilmesi bile bunu destekliyor gibi. Halbuki o karakter, son derece önemli görevler olan, "Bal Renkli Gözlü Kız"ın peşinde hafiyelik, "Kahverengi Pardösülü Adam"ın hasta yatağında bekçilik yapıyor. Kısacası, derinlemesine tanıtılmayı hak ediyor.<br />
<br />
Kitabın başında apayrı hikayeler gibi ilerleyen iki farklı örgüden, ölmek üzere olan adamın hikayesi daha ilginç iken sonlara doğru aşıkların hikayesi ilginçleşiyor, en sonda ise iki hikaye birleşiyor. Ortalarından itibaren 'bunlar aynı kişi olmalı' hissi gelip yerleşiyor zaten. Birinin ömrünün son günlerine tanıklık etmek gibi bir şey bu kitap. Onun pişmanlıklarla, hayal kırıklıklarıyla dolu hikâyesi... Bal renkli gözlü kız ise, <i>"Varlıklı kimseler kendini iyi hissetsin diye yoksullar yaratıldı"</i> düşüncesinde olan biri. Onun da sevgi-nefret ikilemine şahit oluyoruz bir süre.<br />
<br />
Âşıkların İstanbul'un kozmopolit yapısına bir gönderme yaptığı da yadsınamaz bir gerçek. Ancak kavuşmalarına izin verilmiyor. Böylece birlikte yaşama umutları baltalanan farklı din ve milletten insanı temsil ediyorlar. Öncelerde yazdığı mektupta Yahudilerden <i>"hep haklı, hep yalnız, hep ürkek, hep isyanı bastırılmış ve nedense kaçak!" </i>diye bahseden kız, sonraları ailesine <i>"Eğer siz el uzatmazsanız, insanlar bizi nasıl tanıyıp sevecekler?"</i> diye soruyor. Bu tespit son derece önemlidir zirâ önyargıdan korkan ve saklanmak zorunda kalan azınlıkların da bunda tamamen suçsuz olmadığını vurgular. Ancak azınlığın bu kapalı yapısının yanında, Yahudi kızının okulda dışlanması ve gerçek ismi olan Rita yerine Eda ismini kullanmak durumunda kalması ise bu suçun tek taraflı olmadığını gösteriyor. Kısacası sadece basit bir aşk öyküsü değil toplumsal tespitler içeren bir metin. Burada yazarın sosyoloji altyapısının da etkisi büyük.<br />
<br />
Romanın sonlarına doğru ise manevi bir çöküşe tanık oluyoruz birlikte. İnanç, din ve tanrı hakkında beylik laflar da var kitapta bol bol. Bunları bazen anlatıcı sarf ediyor, bazen karakterlerin ağzından duyuyoruz, bazen de mektuplardan okuyoruz. Burada belirtmek gerekir ki mektuplar kitapta nispeten daha kolay okunan bölümler. Bazı yerlerde yakası açılmadık küfürlere de rastlıyor okur. Ama bunlar bile zaten romantik ve edebî bir haberleşme yöntemi olan mektubu realist yapamıyor ne yazık ki.<br />
<br />
Kitabın arka kapağına 104. sayfada bulunan şiir basılmış. Bu şiir, romanın başkarakterinin sevdiği kıza yazdığı bir güfte aslında. Şarkının gerçek hayatta bestelenmiş halini ise <a href="https://www.youtube.com/watch?v=bu2j-nc4Vac" target="_blank"><i>buradan</i></a> dinleyebilirsiniz. Ben arka kapaktaki tanıtım yazılarına önem veren biri olarak bunu çok basit bulduğumu belirtmeliyim. Şiir hakkında romanın genel duygusunu yansıttığı söylenebilir belki ancak bu bile arka kapağı şiirle doldurmanın bir gerekçesi olamaz. Çünkü kitabı okumak isteyen biri arka kapağa baktığında o kitabın ne olduğunu veya neyi anlattığını görmelidir. Bununla birlikte ön kapakta Enver Aysever yazısındaki gözlük figürü, yazarın kullandığı kemik gözlüğe atıf yapan çok hoş bir detay olmuş.<br />
<br />
Nihayetinde <i>"aynı acıya yas tutamayan"</i> iki âşığın öyküsünü anlatan bu kitap hakkındaki yazımı Cemal Süreya'dan mısralarla bitirmek isterim:<br />
<br />
<i>"Kuşlar toplanmış göçüyorlar</i><br />
<i>Keşke yalnız bunun için sevseydim seni."</i><br />
<i><br /></i>
<i>"Uzaklardaydın, oracıkta, öbür kıtada</i><br />
<i>Keşke yalnız bunun için sevseydim seni."</i><br />
<br />
<br />
Ek Not: Roman hakkında başka bir incelemeyi <i><a href="http://kitabikritik.blogspot.com.tr/2014/11/bu-roman-o-kiz-okusun-diye-yazildi.html" target="_blank">buradan</a></i> okuyabilirsiniz. Bu detaylı yazı size farklı fikirlerin kapısını aralayacaktır.</div>
Alican Sadıçhttp://www.blogger.com/profile/08190346611813815421noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-3427975554917585360.post-21320446524000411292014-09-12T23:50:00.002+03:002014-12-24T00:06:10.904+02:00Efkâr Meclisi - Dr. Ahmet Kayasandık<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiUe6NS3UVTJyvBgo-GrZ66DQikK7pl-e8mitC-Wz9uK8gqespYpQj-14tl0VxOfhA1gxbaqQr4kqv3DCAOyfm0bnRavLVdsKJesgVeqI8LJlUAZQV2GSeD14jm_iYF6z1P0CxFJK_U0zpy/s1600/indir.jpg" imageanchor="1" style="clear: right; float: right; margin-bottom: 1em; margin-left: 1em;"><img border="0" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiUe6NS3UVTJyvBgo-GrZ66DQikK7pl-e8mitC-Wz9uK8gqespYpQj-14tl0VxOfhA1gxbaqQr4kqv3DCAOyfm0bnRavLVdsKJesgVeqI8LJlUAZQV2GSeD14jm_iYF6z1P0CxFJK_U0zpy/s1600/indir.jpg" /></a><strong><span style="color: red; font-size: 130%;">Kitabın Künyesi</span></strong><br />
<strong><span style="color: #3366ff;"><br /></span></strong>
<strong><span style="color: #3366ff;">Yazarı: <span style="color: black;">Dr. Ahmet Kayasandık</span></span></strong><br />
<strong><span style="color: #3366ff;">Sayfa Sayısı: </span><span style="color: black;">320</span></strong><br />
<strong><span style="color: #3366ff;">Tür: <span style="color: black;">Seçki</span></span></strong><br />
<strong><span style="color: #3366ff;">Yayınevi: <span style="color: black;">Aybil Yayınlar</span></span></strong><strong><span style="color: #3366ff;"><span style="color: black;">ı</span></span></strong><br />
<strong><span style="color: #3366ff;">ISBN: <span style="color: black;">978-605-4366-55-2</span></span></strong><br />
<strong><span style="color: #3366ff;">Baskı Tarihi:</span><span style="color: black;"> Mart 2013</span></strong><br />
<strong><span style="color: #3366ff;">Özgün Dili:</span> <span style="color: black;">Türkçe</span></strong><br />
<strong><span style="color: #3366ff;">Fikrim: </span><span style="color: black;">Kitap okumaktan soğumak mı istiyorsunuz? Hedefinize ulaşmak için bu kitabı okumanız yeterli olacaktır.</span></strong><br />
<div>
<br />
<strong><span style="color: red; font-size: 130%;">Arka Kapak - Tanıtım Yazısı</span></strong><br />
<strong><span style="color: red; font-size: 130%;"></span></strong><br />
<span id="ctl00_BookRelatedInfoLeft_TabContainer1_TabPanel1_label_aciklama">Efkâr Meclisi, özlü sözlerden makalelere varıncaya kadar geniş bir yelpazeden özenle seçilen güzel yazılarla gençleri okumaya özendirmek ve onların birikimlerine katkı sağlamak düşüncesiyle hazırlanan bir seçkidir. Metinlerin çeşitliliği ve tertibi, bu seçkinin başlıca yeniliğidir. Güzel Türkçemizi öğretmeye çalışanlar başta olmak üzere Türkçe giderse Türkiye gider, düşüncesine katılan herkes bu güldestenin muhatabıdır.
</span>
<br />
<br />
<strong><span style="color: red;"><span style="font-size: 130%;">Eleştiri Yazısı</span></span></strong><br />
<br />
<span style="color: black;">Burada bu kitabın incelemesini yapma amacım biraz farklı. Bu nedenle üslubum da biraz farklı olacak. Açıkça belirtmeliyim ki bu kitap bana zorla okutuldu. Eminim benzer uygulamalara maruz kalan başka öğrenci arkadaşlar da vardır. </span><br />
<span style="color: black;"><br /></span>
<span style="color: black;">Bütün üniversitelerin ilk sınıflarında görülmesi zorunlu olan Türk Dili derslerinde bazı eserler okutulur. Bu uygulamaya da karşı olmakla beraber benim şu an asıl tepkim okutulan kitabın kendisine yönelik. Çünkü bu kitap, uğraşmadan emek vermeden çok para kazanmak isteyen kişilerin "Biz yazıp basalım da nasıl olsa öğrenciye satarız" şeklindeki mantığının ürünü. Daha açık bir ifadeyle öğrenciyi müşteri olarak gören bir zihniyetin ürünü. Yani birilerinin sırtından birilerinin para kazandığı bu sömürü düzeninin ürünü. </span><br />
<span style="color: black;"><br /></span>
<span style="color: black;">Bu sözlerin çok ağır olduğunu düşünenler olabilir. Ancak gerçekte olan, bu sözlerden daha da acı. Şöyle ki geçen sene Akdeniz Üniversitesinde, Ahmet Kayasandık'ın da yazarı olduğu "Üniversiteler için Uygulamalı Türk Dili ve Kompozisyon Bilgileri" adlı kitap zorunlu olarak aldırıldı. Bizim dersimize giren hoca da aynı kitabın yazarlarından biri olduğu için sahaflardan aynı kitabın geçen seneki baskısını alan öğrenciler hemen uyarıldı. Yani tamamen para kazanma amacıyla öğrenciler bir güzel sömürüldü. Çünkü herhangi bir dilbilgisi kitabında bulunacak bilgilerle beraber ancak ilkokul birinci sınıf kitaplarında bulunabilecek türden "özür dileme, soruya karşılık verme, teşekkür etme ve telefonla konuşma"nın inceliklerinin(!) anlatıldığı veya "sayfa düzeni, defter tutma" gibi hayatî(!) bilgilerin yer aldığı bir kitaptı bu. Ancak kitabın hakkını da yemeyelim şimdi. Bu laf kalabalığından başka bir şey daha vardı kitapta: farklı olmak adına mantığın dahi almadığı, uydurulmuş yeni kurallar. </span><br />
<span style="color: black;"><br /></span>
<span style="color: black;">Hedef göstermemek adına isminin tamamını açıklamadığım, isminin başında "Dr." ünvanı olan B. D. isimli bu zât, sınavda Efkâr Meclisi adlı kitaptan soru soracağını açıkladığında kitabın ismini önceden duyan bir kişi bile yoktu sınıfta. Zaten matbaadan hallice bir yerde basılmış olan kitabın da bilinmesini beklemek son derece abes olurdu. Daha da ilginci müfredatta olmayan bu kitaptan sorulan soruların yarısına doğru cevap veremeyen öğrencinin, müfredat konularından sorulan sorulara verdiği cevapların değerlendirmeye alınmayacağı söylendi. Yani bu kitap müfredat konularından bile önemli olacaktı. Sonra neyse ki bu "almayan kalmasın" amaçlı düşünceden dönüldü. </span><br />
<span style="color: black;"><br /></span>
<span style="color: black;">Kitabı bulabilmek için kütüphanelerde katalog tarama yaptığımda üniversite kütüphanesi dahil hiçbir kütüphanede söz konusu kitaba rastlamadım. Zaten kütüphanelere soğuk bakan birinin de her kütüphanede bulunabilecek tarzda bir kitabı okutması beklenemezdi. Neticede kişisel tavrım sebebiyle çaba harcayarak kitabın </span>ikinci elini yarı fiyatına satın aldım. (Eğer siz de bu tarz bir zorlamayla karşılaşırsanız boyun eğmeyin, biraz araştırırsanız eminim ki bir çaresini bulacaksınız.)<br />
<span style="color: black;"><br /></span>
<span style="color: black;">Bu "zorla değil, mecburî (!)" okutulan kitabın Söz Başı adlı önsözünde her ne kadar, kitap okumayı sevmeyen gençleri kitap okumaya özendirmek için hazırlandığı yazılmış olsa da benim konuştuğum herkes "Bu, insanı kitap okumaktan soğutur." görüşünde birleştiler. Daha sonra önsözün devamında "şark kurnazlığı"nın bir itirafı niteliğinde şu satırlarla karşılaştım: "... ve arama motorlarında daha kolay bulunabilsin diye bu güldestenin adı Efkâr Meclisi olarak belirlendi." Ayrıca kitapta, bilinmeyeceği düşünülen kelimelerin anlamı sayfanın altında dipnot olarak belirtilmiş. Eğer bunu yenilik olarak düşünmüşlerse, üzülerek belirtmeliyim ki bu da yeni bir şey değildir.</span><br />
<span style="color: black;"><br /></span>
<span style="color: black;">Nihayetinde kitabın incelemesine geçersek; kitap, özlü sözlerin, fıkraların, şiirlerin, makalelerin, öykülerin derlendiği bölük pörçük bir eser. Espri niyetine veya hazırcevaplık örneği diye alıntılanan şeylerin birkaçını burada paylaşırdım ama size o kötülüğü yapacak değilim!</span><br />
<span style="color: black;"><br /></span>
<span style="color: black;">Kitapta sadece bizim edebiyatımızdan değil, dünya edebiyatından da örnekler var. Ama bunlar öyle çarpık bir şekilde Türkçeye çevrilmiş ki şaşmamak elde değil. Mark Twain'in "Ölüm Piyangosu" adlı öyküsünde "Allah ne emrederse o olur, Allah şahidimdir, Allah'a şükür" gibi ifadeler geçmekte ve karakterler Allah'a dua etmekte. Öyküyü okuyunca dedim ki; "Mark Twain meğer Müslümanmış da benim haberim yokmuş!" Ben hiçbir öykünün tercüme esnasında yazıldığı dönemden, çevreden ve kültürden bu derece koparılmasını onaylayamam. Bana göre bu, apaçık bir şekilde öyküyü katletmektir.</span><br />
<span style="color: black;"><br /></span>
<span style="color: black;">Lafı fazla uzatıp da çok önemli bir kitap izlenimi vermemek adına incelememi burada kesmek istiyorum. Ancak merak edenler olabileceği için söyleme gereği duyuyorum: Kitabın içinde güzel metinler de yok değil tabi ki ama zaten edebiyat eserlerinden yüz otuz sekiz parça rastgele bile seçilseydi aralarında güzel olanlar denk gelirdi. Mademki bir güldeste yapılmak istendi. O halde bu seçki, rastgele bir seçimden daha fazlasını vermelidir.</span><br />
<span style="color: black;"></span></div>
Alican Sadıçhttp://www.blogger.com/profile/08190346611813815421noreply@blogger.com5tag:blogger.com,1999:blog-3427975554917585360.post-60154125467844999042013-12-30T01:54:00.003+02:002017-07-13T01:38:18.158+03:0072'nci Koğuş - Orhan Kemal<strong><span style="color: red; font-size: 130%;">Kitabın Künyesi</span></strong><br />
<a href="http://kibo.com.tr/kbservicefiles/kbimagepublic/0/prd/4/0/KB9789755100104.JPG" imageanchor="1" style="clear: right; float: right; margin-bottom: 1em; margin-left: 1em;"><img alt="" border="0" src="https://kibo.com.tr/kbservicefiles/kbimagepublic/0/prd/4/0/KB9789755100104.JPG" style="height: 300px; margin-top: 0px; width: 193px;" /></a><br />
<div>
<strong><span style="color: #3366ff;">Yazarı: <span style="color: black;">Orhan Kemal</span></span></strong><br />
<strong><span style="color: #3366ff;">Sayfa Sayısı: </span><span style="color: black;">110</span></strong><br />
<strong><span style="color: #3366ff;">Tür: <span style="color: black;">Türk Edebiyatı </span> </span></strong><br />
<strong><span style="color: #3366ff;">Yayınevi: <span style="color: black;">Can Yayınları</span><br />ISBN: <span style="color: black;">975-510-010-5</span><br />Baskı Tarihi:</span><span style="color: black;"> 1993</span></strong><br />
<strong><span style="color: #3366ff;">Özgün Dili:</span> <span style="color: black;">Türkçe</span><br /><span style="color: #3366ff;">Fikrim: </span><span style="color: black;">"İnsan onurunun düşebileceği en dipsiz kuyunun hikayesi." diye tanımlamışlar. Fazla söze gerek yok. Bence hemen okunmalı.</span></strong><br />
<br />
<strong><span style="color: red; font-size: 130%;">Arka Kapak - Tanıtım Yazısı</span></strong><br />
<strong><span style="color: red; font-size: 130%;"></span></strong><br />
<span id="ctl00_BookRelatedInfoLeft_TabContainer1_TabPanel1_label_aciklama">Toplum düzensizliğinden gelen birer itilişle "72'nci Koğuş"a düşmüş insanlar, sefaletin, insan haysiyetsizliğinin uçurumlarına yuvarlanmışlardır. Ama yuvarlanmışlardır ne olursa olsun. Yuvarlanmışlar, insanlıklarından çok şeyler kaybetmişlerdir. İtilmek, kakılmak, hor görülmek... Ellerine üç beş kuruş sıkıştırıldığı zaman, gözlerini kırpmadan birbirlerini kahpece vurabilirler. Bütün bunlar yalnız "72'nci Koğuş"ta değil, yaşadığımız dünyanın neresinde olursa olsun böyledir: "Aç it fırın yakar..." </span><br />
"72'nci Koğuş" somut olduğu kadar soyut bir dramdır derim. Onda, yalnızca Kaptan'ın, Berbat'ın ve ötekilerin değil, insanoğlunun olanca kirliliği yanındaki gururu, direnişi, kafa kaldırışının destanı vardır. Ya da ben böyle bir şey yapmak istedim.<br />
-Orhan Kemal-
<br />
<br />
<strong><span style="color: red;"><span style="font-size: 130%;">Eleştiri Yazısı</span></span></strong><br />
<strong><span style="color: red;"><span style="font-size: 130%;"><br /></span></span></strong>
<span style="font-family: "times" , "times new roman" , serif;"><span style="background-color: white; color: #444444; line-height: 16px;">— </span>Ne istiyorsun ulan?</span><br />
<span style="font-family: "times" , "times new roman" , serif;"><span style="background-color: white; color: #444444; line-height: 16px;">— </span>Ampul, dedi. Kaya Ali. Büyük bir ampul verin bizim koğuşa! </span><br />
<span style="font-family: "times" , "times new roman" , serif;">Başgardiyan güldü. </span><br />
<span style="font-family: "times" , "times new roman" , serif;"><span style="background-color: white; color: #444444; line-height: 16px;">— </span>Ne güldün Başefendi? </span><br />
<span style="font-family: "times" , "times new roman" , serif;"><span style="background-color: white; color: #444444; line-height: 16px;">—</span> Ne mi güldüm? Ulan siz kim ampul kim? </span><br />
<span style="font-family: "times" , "times new roman" , serif;"><span style="background-color: white; color: #444444; line-height: 16px;">—</span> Niye başefendi? Biz insan değil miyiz?</span><br />
<span style="font-family: "times" , "times new roman" , serif;"><span style="background-color: white; color: #444444; line-height: 16px;">— D</span>eğilsiniz ya, insan mısınız? İnsan olanın 72'nci Koğuşta işi ne? </span><br />
<span style="color: black;"><br /></span><span style="color: black;">Kitap için "insan onurunun düşebileceği en dipsiz kuyunun hikâyesi" demişler. Yukarıdaki alıntı, insanı insanlığından utandıracak derecede dönemin zihniyeti hakkında bilgi veriyor. Görüldüğü üzere aşağılamanın bini bir para... Toplumda yaşanan sınıf ayrımının, toplumun aynası olan cezaevlerine yansıması da cabası: Beyler Koğuşu ve 72'nci Koğuş. Ancak burada bile a</span>lçalmışlığın içinde atan insanlığın kalbini duyuruyor insana yazar.<br />
<span style="color: black;">
<br /><span style="color: black;">Bursa Cezaevi'nde tanıştığı Nazım Hikmet tarafından öykü yazmaya teşvik edilen Orhan Kemal, cezaevinde geçirdiği yıllardan esinlenerek ortaya çıkarmış bu hikâyeyi. Bu, batıda "novella" diye bilinen, bizim edebiyatımızda ise çok fazla örneği bulunmayan bir uzun hikaye örneğidir. Daha sonra yazarı tarafından piyes haline getirilmiştir.</span></span><br />
<span style="color: black;"><span style="color: black;"><br /></span></span>
Orhan Kemal'in gözlemci olarak gösterdiği yetkinliğin de en önemli yansımalarından biridir bu. Cezaevlerinde yaşanan trajediyi, mahkûmların birbirlerine imrenmelerini, toplumun her kesiminde olduğu gibi cezaevlerinde de yapılan beyler - çulsuzlar ayrımını gözler önüne seriyor. Bunu yaparken de doğallığı uç boyutlarda yansıtıyor. Doğallığın olabildiğine korkunçluğu karşısında şaşırıp kalıyorsunuz. Orhan Kemal'in bu samimi uslûbuna tutkunum. Ancak bu boyutlarda gerçek bir cezaevi atmosferi, kağıda nasıl aktarılabilmiş diye düşünüyorum hala.<br />
<br />
<span style="color: black;">
</span>Ana karakter sayabileceğimiz Kaptan'ın hayatının kırılma noktası olan beklenmedik çıkışıyla başlayan ve sonrasında sürekli dibe doğru sürüklenmesinin hikâyesi 72'nci Koğuş. Kaptan'ın saflıkla delikanlılık arasında sıkışmış ruhu çerçevesinde, arkadaşlarının ihtiyaçlarını gidermesi, duyduğu platonik aşk yüzünden acımasızca sömürülmesi... Sonra aniden yaşanan bir çöküş ve deliliğin sınırlarına ulaşan bir adam... Cezaevinde mahkûmların alabildiğine yozlaşmaya uğraması da bir Orhan Kemal realistliğiyle satırlara yansıtılmış. Kitapta hep bir Hitit heykeli gibi çirkin olarak betimlenen Ahmet Kaptan'ın ruhundaki güzellikse hiç eksilmez. Son âna kadar Kaptan ve diğerleri şeklinde gözler önüne serilen aradaki uçurum, Kaptan'ın parasının bitmesiyle daha da belirginleşir. Âdembabalar olarak isimlendirilen 72. koğuş mahkûmları, parası suyunu çekince arkasından demediklerini bırakmadıkları Kaptan sayesinde, sırtlarının döşek yüzü gördüğünü, ağızlarının et tadı aldığını unuturlar.<br />
<br />
Günde bir kara somun ekmek hakkı olan âdembabalar, kumar oynamak için üç kuruşa bütün bir yıllık ekmek paylarını satarlar. Hep bir umuttur, zengin olma umudu, zengin olup beyler koğuşuna geçme, emrinde meydancı çalıştırma, sıcak yemek ve yatak bulma umudu... Âdembabalar sefildi ama bir o kadar da kıymet bilmez kişilerdi.<br />
<br />
<span style="color: black;"></span>Peki siz sahip olduğunuz her şeyi arkadaşlarınızla paylaşır mısınız? Ya da tüm paranızı henüz konuşma olanağı bile bulamadığınız bir kadın için feda eder misiniz? Ve de bu para size duyulan saygının, dolayısıyla gücünüzün tek kaynağıysa... Evet, Ahmet Kaptan'ı anlatıyorum şimdi de. O, bütün bunları yaptı. Sonu hüsran da olsa gerçekleştirdi. Saflık mı?... Ancak kaptanın saflığı içinde bir kurnazlık taşıdığı da inkar edilebilir mi? Mesela mesleğinde yaptığı deniz yolculuklarını abartarak ilgi çekmeye çalışmasına ne demeli? Hatta kan davası cinayeti işlemesi sebebiyle, kendisini diğerlerinden ayrı tutması, diğerlerini "adi suçlular" olarak nitelemesine?<br />
<br />
Kaptanın annesinin de oğlunu kan davasından vazgeçirmek yerine, körükleyerek bu suça ortak olması da toplumumuz açısından bir analiz yapma imkanı ortaya koyar. Kaptanın da öldürmekten duyduğu gurur ve gidip mutlulukla teslim olması da psikolojik bir araştırma konusudur. Aslında bunların üzücü olmakla beraber, güncel olaylar olduklarının da bilincine varırız okurken.<br />
<span style="color: black;"><br /></span>Ayrıca hapishanede, biraz daha okumuş olanların "sizin koğuştanım ama sizden değilim" şeklinde böbürlenmeleri, gelip yaşadıkları duruma bakmayıp bunu bir övgü vesilesi saymaları ve sonuç olarak komik durumlara düşmeleri de son derece canlılıkla aktarılmış. Aşağıda Beton lakaplı karakterin "orta sondan belgeli olduğunu" söyledikten sonra yaşanan diyaloglar alıntılanmıştır.<br />
<br />
<span style="font-family: "times" , "times new roman" , serif;">Oradakileri gözden geçirdikten sonra, sordu:</span><br />
<span style="font-family: "times" , "times new roman" , serif;">— Üç virgül bir, dört, bir altı nedir?</span><br />
<span style="font-family: "times" , "times new roman" , serif;">(Not: Koğuştakiler pek oralı olmazlar. Duymazdan gelirler.)</span><br />
<span style="font-family: "times" , "times new roman" , serif;">Beton yüksek sesle:</span><br />
<span style="font-family: "times" , "times new roman" , serif;">— Enayiler, cahiller! dedi. Daha Pi'yi bilmiyorsunuz be! Ulan sizin yerinizde olsam insan diye gezmem be!</span><br />
<br />
<span style="color: black;"><span style="color: black;">Kitapta sürekli bir insan olma vurgusu var. İnsanlardaki aşağılık kompleksi o kadar yerleşmiş ki bu, </span></span>mahkûmlar arasında bile gözlenmekte. Aslında insanî yaşam standartlarından bu kadar uzak yaşayan, çay içtikleri bardaklarını, yemek yedikleri kaşıklarını bile sırayla kullanmak zorunda olan bu insanlar bunu düşünmekte çok da haksız sayılmazlar. Hatta soğuk yüzünden tahta pencere çerçevelerini kırıp yakmaları... Bunun daha sonra onların daha çok üşümelerine sebep olacağını dahi düşünememiş olmaları, içinde bulundukları durumu özetliyor aslında.<br />
<br />
Kitapta atlanmaması gereken bir diğer önemli detay da: Kuru fasulye! Bir kuru fasulyenin -hem de etli- bu kadar detaylı ve ağız sulandıracak cinsten tasvir edilmesini yaşanmışlığa bağlıyorum. Cezaevinde açlık ve yokluk çekmiş biri, ancak böylesine içten betimleyebilirdi pişmesinden yenmesine kadarki o bekleyişi. Ayrıca "çabuk pişen" anlamında pişgel sözcüğünü de öğrenmiş oldum bu kitap sayesinde.<br />
<br />
<span style="font-family: "times" , "times new roman" , serif;">— Sen dediğimi dinle: Yarım kilo fasulye, iki yüz elli gram et al gel. Ama bak, fasulye pişgel olsun!</span><br />
<span style="font-family: inherit;"><br /></span>
<span style="font-family: inherit;">Zaten Orhan Kemal'in kitaplarına dili akıcı demek, haddi aşmak olur ki bunu hiç demiyorum. Dil, öylesine bizden ki okumuyorsunuz; açık açık yaşıyorsunuz olayları. Kullanılan Karadeniz şivesi ve mahkûmların küfürleşmeleri gerçekçiliğe katkı sağlayan diğer unsurlar olarak karşımıza çıkıyor. Çok ufak rolleri olan karakterlerin bile işledikleri suçların vahşiliğini görüyoruz. Ayrıca mahkûmların aile kurma hayalleri de okuru üzmeyi başarıyor. Kitapları okuduktan sonra detaysızlığın içinden nasıl bu kadar detay hatırlayabiliyoruz peki? İşte bu çok ilginç.</span><br />
<span style="font-family: inherit;"><br /></span>
<span style="font-family: inherit;">Ayrıca çarpıcı finaliyle kelimenin tam anlamıyla "göz dolduruyor" kitap. Burada bile bize bir oyun etmiş Orhan Kemal. Soğuk yüzünden en son ölen yine bizim Kaptan oluyor. En fazla o dayanıyor. Aşık olduğu güzel Fatma'sını bekliyor. Belki de bu kadar zaman yüreğindeki o sıcaklık korumuştur onu soğuktan. O yüzden yaşamıştır, bir umutla. Umudun son kırıntısı yok olana kadar atmaya çalışmıştır kalbi. Kim bilir?</span><br />
<span style="color: black;">
<span style="color: black;"></span></span></div>
Alican Sadıçhttp://www.blogger.com/profile/08190346611813815421noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-3427975554917585360.post-68210669389424046232012-11-19T03:08:00.001+02:002014-12-01T17:09:59.594+02:00Bin Dokuz Yüz Seksen Dört - George Orwell<div>
<div>
<strong><span style="color: red; font-size: 130%;">Kitabın Künyesi<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhnWGmtTH_W26TBTQtOYvt3GxypCzIVfSWBsIoCc-TBHrjlP5kMwqSDRFVNbjS1QJPt614ekbtuLvRsP_igrmy-tzDMTdy3YVauzhjJ9r8OhzvXSM-nYqEWoxxGQzBIehc0crix5F316gE/s1600/1984.jpg"><img alt="" border="0" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhnWGmtTH_W26TBTQtOYvt3GxypCzIVfSWBsIoCc-TBHrjlP5kMwqSDRFVNbjS1QJPt614ekbtuLvRsP_igrmy-tzDMTdy3YVauzhjJ9r8OhzvXSM-nYqEWoxxGQzBIehc0crix5F316gE/s1600/1984.jpg" style="float: right; height: 309px; margin: 0px 0px 10px 10px; width: 213px;" /></a></span></strong><br />
<br />
<strong><span style="color: #3366ff;">Yazarı:</span> <span style="color: black;">George Orwell</span><br /><span style="color: #3366ff;">Orijinal Adı:</span> <span style="color: black;">Nineteen Eighty-Four</span><br /><span style="color: #3366ff;">Çeviren:</span> <span style="color: black;">Nuran Akgören </span><br /><span style="color: #3366ff;">Sayfa Sayısı: </span><span style="color: black;">250</span><br /><span style="color: #3366ff;">Tür:</span> <span style="color: black;">Dünya Edebiyatı</span><br /><span style="color: #3366ff;">Yayınevi:</span> <span style="color: black;">Can Yayınları</span><br /><span style="color: #3366ff;">ISBN:</span> </strong><strong><span style="color: black;">975-510-041-5<br /><span style="color: #3366ff;">Baskı Tarihi</span></span><span style="color: #3366ff;">:</span><span style="color: black;"> 2004</span></strong><br />
<strong><span style="color: #3366ff;">Özgün Dili:</span> <span style="color: black;">İngilizce</span><br /><span style="color: #3366ff;">Fikrim: <span style="color: black;">Orwell'in gelecekle ilgili tahminlerinin alabildiğine korkunçluğu ve buna rağmen kendini okutmaktaki olağandışı yetkinliği, insanı kendine bağlıyor. Anti-Ütopya romanlarının ünlülerinden olan bu eseri mutlaka okumalısınız. </span></span></strong><br />
<strong><br /><span style="font-size: 130%;"><span style="color: red;">Arka Kapak - Tanıtım Yazısı</span></span></strong><br />
<br />
<span style="color: black;">"Çok genç yaşındayken bile gözüpek ve yürekli biri olan George Orwell (1903 - 1950), önce döneminin ve ülkesinin toplumsal düzenine karşı çıktı. Büyük Rus Devrimine inandı. Trokçi'ye hayrandı. Ancak, İspanya içsavaşı sırasında Stalinistlerin Troçkistlere karşı tutumu, umutlarını yıktı. Bu durum ve yakalandığı hastalık, George Orwell'i Bin Dokuz Yüz Seksen Dört'ün mutlak umutsuzluğuna sürükledi. Orwell, yapısal olarak karamsar ya da siyaset tutkunu biri değildi. İlgi alanları çok genişti. Daha az acılı bir dönemde yaşasaydı, yaşamaktan mutluluk duyardı. Ama çağımıza siyaset egemendir. Orwell, yaşadığı sürece gerçeklere bağlı kalmış, en acı dersleri bile öğrenmekten vazgeçmemiştir. Ama umudunu yitirmiştir. Orwell'in çağımızın peygamberi olmasını engelleyen şey de bu olmuştur. Dünyanın bugünkü durumunda umut ile gerçeği birleştirmek belki de olanaksızdır. Durum buysa, bütün peygamberler yalancı peygamberlerdir. Orwell gibi kişiler, bence günümüz dünyasında gerekli olanın yarısını, ama ancak yarısını ortaya koymuşlardır. Öteki yarısını hâlâ aramaktayız." </span><br />
<br />
<span style="color: black;"><u>BERTRAND RUSSELL</u></span><br />
Kapaktaki resim: ROB WOOD<br />
<br />
<strong><span style="color: red; font-size: 130%;">Eleştiri Yazısı</span></strong><br />
<br />
"SAVAŞ BARIŞTIR. <br />
ÖZGÜRLÜK KÖLELİKTİR. <br />
BİLGİSİZLİK KUVVETTİR." <br />
<br />
Bu cümleler Okyanusya'nın resmi ideolojisi INGSOS'un üç sloganıydı. Romandan alıntı yani bunlar. Aslında ortadaki tersmiş gibi duruyor. Mantık çerçevesinde bakıldığında, ilk ve son cümlelerde öznedeki isim kötüyü; yüklemdeki isim iyiyi adlandırıyor. Bu mantıkla Ortadaki slogan "Kölelik özgürlüktür." olmalı. Ancak roman bunun neden böyle olmadığını sonlara doğru çok iyi açıklıyor. Aslında mantığı yadsıyan bir yönetimin sloganlarında mantık aranır mı? <br />
<br />
Bu romanda dünya, üç süper devlet arasında paylaşılmış durumdadır. <br />
• Avrupa ve Asya'nın Portekiz'den Bering Boğazı'na kadar uzanan kısımları; Avrasya (Eurasia), <br />
• Kuzey ve Güney Amerika, Britanya, Avustralya ve Güney Afrika; Okyanusya (Oceania), <br />
• Çin ve onun güneyindeki ülkeler, Japon adaları, Mançurya, Moğolistan ve Tibet'in büyük kısmı; Doğu Asya (East Asia) içerisinde yer alır. Bunlar dışında yer alan bölgeler aralıksız süren savaşlarla sürekli el değiştirir. Bu el değiştiren bölgelerin halkları da köle olarak adlandırılırlar. Köleler, hangi süper devletin eline geçerlerse geçsinler durumlarında bir değişme olmaz. Sürekli çalışmak zorundadırlar. Devletlerin kendi halklarında da sınıfsal bir yapı görülür. En alt sınıf olan proleterler, partililerin gözünde hayvandan farksızdır. Öyle ki "Proleterler ve hayvanlar özgürdür." derler. <br />
<br />
Bu üç süper devlette de ideoloji esasında aynıdır. Okyanusya'daki adı İngsos; Avrasya'daki adı Yeni Bolşevizm; Doğu Asya'daki adı Ölüme Tapınma'dır. Üç ideoloji de esas itibariyle gerçek sosyalizmin hayata geçirmeye çalıştığı her şeyin karşısındadır ve bunu sosyalizm adına yapar. Özellikle İngsos'un, çoğu totaliter rejimin aksine ulaşmaya çalıştığı bir hedef yoktur. Tek hedef; partinin iktidarıdır. Aralıksız süren savaşların nedeni bile iktidarı elde tutmaktır. (Bunun nasıl olduğunuysa romanı okuyunca göreceksiniz.) Parti, korku, propaganda ve beyin yıkama çalışmalarıyla halkı kontrolü altında tutar. Tüm dış parti üyelerine zorunlu sabah sporu yaptırılır. Bilim adamları, yalnızca parti çıkarları için çalışır. Yeni silahlar üretir. Televizyonların hem alıcı hem verici olarak kullanılmasıyla tele ekranlar (telescreen) icat edilmiştir. Böylece parti her an, herkesi izleme olanağına sahip olmuştur. (Aslında bu yönüyle düşündüğümüzde -her yanın kameralarla bezeli olduğunu düşünürsek- günümüzü nasıl da görmüş Orwell.) Halkın açlıktan kırılmasına rağmen tele ekrandan her gün üretimin hedefleri aştığı, ekonominin düzeldiği, refah seviyesinin arttığı haberleri yayılır. <br />
<br />
Partinin beyin yıkama çalışmalarının ne derece başarılı olduğunu anlamak için kitabın ana bölümlerinden üçüncüsünde Parsons'un tutumunu okumak yeterlidir. <br />
<br />
<em>"Suçlu musun?" diye sordu Winston. </em><br />
<em>"Elbette, suçluyum!" dedi, Parsons. Köleye yakışır bir tutumla tele ekrana baktı, "Parti hiç suçsuz adamı tutuklar mı sanıyorsun!"</em><br />
<br />
Parsons'a göre parti "Suçlusun!" diyorsa, suçlusundur. Beyni o kadar yıkanmış ki suçu işleyip işlemediğini dahi bilmiyor. Parti ne derse odur. Aksi diye bir şey yoktur. Parti, sahiplenici ve kucak açıcıdır. Her ne kadar hükmedici ve beyin yıkayıcı da olsa... <br />
<br />
Baştan sona bir umutsuzluk havası kitabın bütününe sinmiştir. Kitabı okurken partinin asla devrilemeyeceği, geçmişin değiştirilebilir olduğu iliklerinize kadar işler. Romanda aynı zamanda kimseye güvenemeyeceğin duygusunu da alırsın yaşanan olarlar yüzünden. Kısacası kendini kahramanların yerine koyarsın. Bu etkiyi yansıtırken yazarın takındığı üslûbun ustalığı göze çarpar. Hâl böyle olunca da okur, kitaptan sonra kâbus görmüş gibi oluyor. <br />
<br />
Kıtlık ve kısıtlanmışlık yüzünden halkta meydana gelen öfke ve nefret başka bir kanala aktarılır. Partiye -sözde- ihanet etmiş olan Emmanuel Goldstein'a ve o an için Okyanusya hangi devletle savaşıyorsa ona. Bu nefret nöbetleri, düzenlenen Nefret Haftası ya da İki Dakikalık Nefret seanslarıyla bu hainlere ve düşmanlara aktarılırdı. Halk ise her şeyin asıl sorumlusu olan partiye inanıp güvenmeye devam ederdi. Orwell romanında bu nefret nöbetleriyle ilgili şöyle diyor: "Nefretin en ürkünç yanı, katılma zorunluluğu olmamasına karşın, aksini yapmanın, insanın elinde olmamasıydı." <br />
<br />
George Orwell'in Hayvan Çiftliği'nden sonra yazdığı -ikinci- alegorik politik romanıdır bu. Bu roman da bir korku veren ütopyadır. Sosyo-psikolojik yanları da vardır. Romanda geçen Big Brother (Büyük Birader) imgesi günümüzde de sıklıkla kullanılmaktadır. Büyük Birader, her şeyi görür ve bilir. Ne zaman doğduğu bilinmez ve asla ölmeyecektir. Partinin en üst tabakasında o vardır. Aslında o bir imgedir. Ayrıca günümüzde hemen hemen herkesin de aşina olduğu bir kavram olan "Düşünce Polisi" kavramı ilk kez bu romanda ortaya atılmıştır. <br />
<br />
Kitap her ne kadar "Kapitalistlerin Kutsal Kitabı" olarak tanınsa da esasında kitap, "Anarşizme Methiyye" niteliğindedir. Kapitalizme de alabildiğine saldırır. Aslında kitap, Orwell'in diğer distopyası Hayvan Çiftliği gibi totaliter rejimleri eleştiriyor, sosyalist sistemi değil. Çünkü Orwell, zaten kısacık olan hayatının bir bölümünde gerçek bir sosyalist. Ancak Stalin'in Sosyalizm adına yaptığı zulümleri görünce dünyası yıkılıyor. Daha sonra sosyalistlere karşı savaşmaya başlıyor. Bu yönüyle baktığınızda aslında Stalin'e ve onun baskıcı yönetimine karşı bir tutum içinde, sosyalist ideolojiye karşı değil. İşte iki romanında da böyle baskıcı yönetimleri eleştiriyor, esas Sosyalizmi değil. Buna rağmen ne acıdır ki kitapları soğuk savaş nesnesi olmuştur. (Sovyetler Birliği'ne karşı Amerika'nın elindeki en önemli kozlarından birisi konumuna yükselmiştir ve acilen NATO ülkelerinin dillerine çevrilip baskıları yapılmıştır.) Aslında Orwell, Stalin yönetimini İngsos rejimi adıyla kurgusallaştırıyor. İkisi de sosyalizm adına sosyalizmin karşısındadırlar. İkisi de işkence yöntemini kullanır. Tabi farkları da var. İngsos rejimi, Stalinizm'i aşmış, onu da içinde eriterek yetkinleşmiş ve asla yıkılamayacağına herkes tarafından inanılmış bir yapı. Ancak yine de Stalin yönetimiyle benzer tarafları yadsınamaz. Şunu da belirtmeliyiz ki Stalin'in zulümlerini eleştiren herkes Sosyalizm düşmanı değil. Kısacası bu romanı gerekçe göstererek Orwell'i Sosyalizm düşmanı ilan etmek adice bir harekettir. Roman eğer bir ideolojiye ait olacaksa bu asla Kapitalizm değil; olsa olsa Anarşizm olur. <br />
<br />
Roman ilk olarak "The Last Man in Europe" (Avrupa'daki Son Adam) ismiyle yazılmış. Ancak romanın ABD ve Birleşik Krallık'taki yayıncısı pazarlama meseleleri nedeniyle romanın adını "Nineteen Eighty-Four"a (Bin Dokuz Yüz Seksen Dört) çevirmiştir. Roman, 1984 yılında filme de uyarlanmıştır. <br />
<br />
Bu kadar teknik bilgiden sonra biraz da romanın içeriğine geçelim. Roman üç ana bölümden ve bir "Ek"ten oluşuyor. İlk bölüm 8; ikinci bölüm 9; üçüncü bölüm 6 adet küçük parçaya ayrılmış. Ana bölümlerden ilki genel hatlarıyla durumu betimliyor. Kahramanları tanıtıyor. (Diyebiliz ki her şey bir günlükle başlıyor. "4 Nisan 1984") İkinci bölüm, başkahraman olan Winston Smith'in aşkını -yani "partiye karşı çıkma" hikayesini- ve yakalanışını anlatıyor. Üçüncüsüyse baştan sona yedi yıl sürecek bir işkence bölümü. Ek bölümde de, Okyanusya'nın resmi dili olan Yenikonuş'un kökeni ve yapısı anlatılıyor. <br />
<br />
Yenikonuş, İngilizce orijinalinde Newspeak diye geçiyor. Bu dil, her yıl küçülen sözcük dağarcığı ile diğer dillerden ayrılır. Üstelik sürekli küçülmesi için yeni yollar bulunur. Çünkü seçim alanı daraldıkça, düşünme sistemi de o hızla azalmaktadır. Yöneticilerin bunda çok sinsi bir amaçları vardır. Bir iki nesil sonra insanlar "isyan" fikrini ifade edememekten de öte, isyan fikrini düşünemeyeceklerdir bile. <br />
<br />
Roman kötü sonla bitiyor. Winston, O'Brien ile "karanlığın olmadığı bir yer"de buluşuyor. Ama bu, hiç de onun yararına olmuyor. Burada bile -yani romanın kötü sonla bitmesinde ve Winston'un kaybeden olmasında bile- aslında romandaki genel umutsuzluk haline hizmet eden bir durum var. Zaten roman kötü bitmeliydi, Winston kaybetmeliydi ki biz romandaki o atmosfere iyice girebilelim. Partinin yıkılamazlığına iyice inanalım. "Winston bile bir akşam, Kestane Ağacı Kahvesinde kendini Büyük Birader'i severken bulabiliyorsa bu parti yıkılamaz." İşte bu hissiyatı çok iyi yansıtmış bu roman. Orwell'in hasta ve gelecekten umudunu kesmiş olması da romanını böyle bitirmesinin sebeplerinden biridir hiç kuşkusuz. Winston'ı Büyük Birader'in karşısında pes ettirir, bir yıl sonra da hayata gözlerini yumar Orwell. <br />
<br />
Ayrıca Türkçe'ye "Çiftdüşün" diye çevrilen "Doublethink" kavramı hakkında da bir şeyler söylemek isterim. Çiftdüşün, partinin belki de en temel ilkesidir. İki çelişik düşünceyi aynı anda kabullenmektir. Gerçekle oynandığını bilip gerçeğin zedelenmediğine kendini inandırmaktır. Bu işlem bilinçli yapılmalıdır, yoksa kesinliğini yitirir; ama aynı zamanda bilinçsiz de olmalıdır, yoksa bir düzenbazlık ve dolayısıyla da bir suçluluk uyandırır. Çiftdüşün sözcüğünün kullanımı bile, çiftdüşün'ü gerektirir. Bu ilkeye göre; eğer parti siyahın beyaz olduğunu söylerse, hemen buna inanmalı, daha sonra inandığını da -çiftdüşün yöntemiyle- unutmalı, onu kabullenmeliydin. Siyah zaten beyazdı. Var olduklarından beri böyleydi. Hiçbir zaman da değişmemişti. Tıpkı eğer parti isterse iki kere ikinin beş edebilmesi gibi... İşte böyle bir kavramı felsefe dünyasına armağan etmesiyle bile değeri paha biçilemez biridir George Orwell.<br />
<br />
Okyanusya'da dört bakanlık vardı: Yanlış bilgilendirmeden sorumlu Doğruluk Bakanlığı, savaştan sorumlu Barış Bakanlığı, kıtlık yaratmaktan sorumlu Bolluk Bakanlığı ve işkenceden sorumlu Sevgi Bakanlığı. Bakanlıkların isimleri de çiftdüşün yöntemiyle oluşturulmuştu. <br />
<br />
Sevgi Bakanlığı, parti politikası olan "yok edilecek olanları bile iyileştirme" işini yürütüyor. İşkence ile partiye bağlı hale getiriyor kişileri. Sözümona doğru yolu bulmalarını sağlıyor. Çünkü daha sonraları kahraman olmaları istenmiyor bu yok edilenlerin. Parti burada Engizisyon Mahkemeleri'nin yanlış uygulamalarından ders aldığını belirtiyor. Bu yüzden önce iyileştirip sonra buharlaştırıyor. <br />
<br />
Romanda geçen buharlaştırılma olayını <a href="http://birazkitap.blogspot.com/2012/01/bin-dokuz-yuz-seksen-dort.html" target="_blank">buradan</a> yaptığım bir alıntıyla açıklamak istiyorum. "Büyük Birader olarak ifadesini bulan hükümeti eleştirmeyi aklından bile geçirmen suç. Nasıl anlaşılıyor peki bu? Bir ortamdasındır. Biri hükümetin icraatlarından bahsediyordur. Eğer ki bu icraatleri küçümser bir yüz ifadesi takınırsan buharlaştılıyorsun. Buharlaştırılmak, ölümden beter bir ceza. Ha ucu yine ölüm ama. Cismen ölmenin yanısıra ismen de ölmek. Sanki hiç var olmamışsın gibi." Burada gayet güzel açıklanmış buharlaştırma olayı. Ancak buharlaştırma yalnızca yüz ifadeleri ya da fikirleri yüzünden yapılmaz. Mesela, parti için çalışan Syme karakteri yalnızca akıllı olduğu, düşündüğü, yani partinin esas fikirlerini kavradığı için yok edilir.<br />
<br />
Karakterlerden söz açılmışken Julia'dan bahsedelim. Julia, aslında sığ düşünceli biri. Partinin fikirlere müdahale etmesine karışmıyor. Yalnızca onun özgürlüklerini kısıtlayan yasaklarını çiğniyordu. Partiye kızgınlığı baskıcı yönetimden kaynaklanmıyordu. Winston'a da dediği gibi gelecek nesiller onun umrunda değildi. Parsons'a ve çocuklarına baktığımızda durum bambaşka bir boyut kazanıyor. Partinin aileyi birbirine yabancılaştırma, düşman etme ve hatta çocukları muhbir olarak kullanma politikasının etkilerini görüyoruz. Ayrıca Parsons'un kendini ihbar eden çocuklarıyla gururlanmasını da hayretle okuyoruz. Karakterler son derece çeşitlilik gösteriyor. Amaçlarıyla, fikirleriyle ve davranışlarıyla... Tüm bu aile bağlarını yok etme politikasına karşın parti, imge olarak bir aile üyesinin adını biraderi (brother, erkek kardeş) kullanıyor. Büyük Birader, her ailenin doğal bir ferdi durumuna geliyordu. <br />
<br />
Kitaptaki "Big Brother is watching you." sloganı da Türkçe'ye "Büyük Biraderin gözü sende." diye çevrilmiş. Olabilecek güzel bir çeviri. Ancak bu cümlede kullanılan "(to) watch" kelimesine verilen çift anlamlılık başka bir dile çevrildiğinde ne yazık ki tam anlamıyla yansıtılamıyor.Onu da şöyle açıklayabiliriz: İzlemek anlamındaki "watch" ile tele ekranlarla sürekli izlendiği hatırlatılıyor insana. Gözetmek anlamındakiyle ise Büyük Birader'in olanca şefkatiyle onu koruyup kolladığı, gözünü ondan ayırmadığı anlatılıyor. Bu iki anlamı tek sloganda erittiğinizde ise partiyi ve Büyük Birader'i kaygı verici bir biçimde sevmeye başlarsınız. <br />
<br />
Şunu da belirtmek gerekir. Böyle bir eseri çevirmek oldukça zordur. Bunun bir edebi eser olmasının zorluklarının yanında bir de kendine özgü terminolojisinin getirdiği zorluklar var. Özellikle Ek bölümün çevrilmesi, çevirmenin İngilizce dilbilgisinin derinliği kadar Türkçe dilbilgisi de gerektiriyor. Yalnızca dilbilgisi de yetmiyor. Aynı zamanda Türkçe'de tam karşılığı olmayan, yazarın kurgu içerisinde kendi uydurduğu sözcükleri çevirmek, hayalgücü de istiyor. İşte bu zorlukların üstesinden geldiği için eseri çeviren Nuran Akgören'i tebrik ediyorum. <br />
<br />
Kitap-içinde-kitap olan "Oligarşik Kolektivizm Kuram ve Uygulaması" da adeta siyaset dersi veriyor. Hayata bakışınızı değiştiriyor. O bölümü yazarken Orwell, gerçekten de siyasi birikimini konuşturmuş ve eserini oturttuğu politik temeli ayrıntılarına kadar betimlemiş. <br />
<br />
"Geçmişi denetleyen geleceği de denetler; şu ânı denetleyen geçmişi de denetler." sloganı partinin tarihi olguları değiştirmesini meşrulaştırıyor. Üzerinde biraz daha düşündüğünüzde partinin sürekliliğini de buradan çıkarmak mümkün aslında. Belki de romanın ana temasını bu slogan oluşturur. Belki de bu: "Kimse bir devrime bekçilik etmek için diktatörlük kurmaz; devrim diktatörlüğü kurmak için yapılır." Bu cümleler hakkında sayfalarca yazı yazılabilir. Ancak bir parça düşünmek, tüm o sayfalardan değerlidir. Bu cümlelerin yorumunu size bırakıyorum. <br />
<br />
Romanda proleterler hakkında da pek çok cümle geçiyor. "Bilinçleninceye dek başkaldırmayacaklar, başkaldırmazlarsa da hiçbir zaman bilinçlenemeyecekler." cümlesi onlardan biri. Partinin yıkılamazlığına atıf yapılan cümlelerden biri daha. Bir kısır döngüyü anlatıyor. Zaten parti kitaplarından birinden alıntı.<br />
<br />
Kitapta E. M. Forster'in "Orwell Büyük Biraderimiz" başlıklı kısa bir yazısı var. Bu yazıda Orwell ile ilgili şöyle diyor: "Kitaplarına yaslanmak isteriz, iğne gibi battıklarını fark ederiz." Cümle bu kitapla ne kadar örtüşüyor. Kitap aynen iğne gibi batıyor. Bugün tartışmaya açılan "Düşünce Polisi" kavramından 1949'da basılan bir kitapta söz edilmesi de Orwell'in ileri görüşlülüğünün en önemli kanıtıdır aslında. Tıpkı romandaki tele ekranlar ve günümüzün her yeri kaplayan güvenlik kameraları gibi... <br />
<br />
Winston'un günlüğünden bir alıntıyla bitirelim yazımızı. "Geleceğe ya da geçmişe, düşüncelerin özgür olduğu, insanların birbirlerinden farklı olduğu, ama yalnız yaşamadığı bir zamana, gerçeğin var olduğu ve yapılmış bir şeyin yok edilemeyeceği bir zamana: <br />
Tekdüzelik çağından, yalnızlık çağından, Büyük Birader çağından, çiftdüşün çağından selâmlar!"</div>
</div>
Alican Sadıçhttp://www.blogger.com/profile/08190346611813815421noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-3427975554917585360.post-28083336480442873582012-07-13T00:34:00.001+03:002016-09-01T23:41:03.952+03:00Pasifik Günleri - Nazlı Eray<strong><span style="color: red; font-size: 130%;">Kitabın Künyesi</span></strong><br />
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;">
<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgrPYZj4jabDibYycE2VpH9vmcRLFYZczWugjvep6OP0U_RMgWJqKcdWvwmwiedO4lJ8kVz6ELnWx122fppkMV1c0JPn7lLkpjyxlJZ3HQnUT9uVDfoeJBRat8om-fyTIYdu8vjfT48E_-s/s1600/nazli-eray-pasifik-gunleri.jpg" imageanchor="1" style="clear: right; float: right; margin-bottom: 1em; margin-left: 1em;"><img border="0" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgrPYZj4jabDibYycE2VpH9vmcRLFYZczWugjvep6OP0U_RMgWJqKcdWvwmwiedO4lJ8kVz6ELnWx122fppkMV1c0JPn7lLkpjyxlJZ3HQnUT9uVDfoeJBRat8om-fyTIYdu8vjfT48E_-s/s1600/nazli-eray-pasifik-gunleri.jpg" /></a></div>
<strong><span style="color: red; font-size: 130%;"><br /></span></strong>
<div>
<div>
<div>
<br />
<strong><span style="color: #3366ff;">Yazarı: <span style="color: black;">Nazlı Eray</span></span></strong><br />
<strong><span style="color: #3366ff;">Sayfa Sayısı: </span><span style="color: black;">131</span></strong><br />
<strong><span style="color: #3366ff;">Tür: <span style="color: black;">Türk Edebiyatı </span> </span></strong><br />
<strong><span style="color: #3366ff;">Yayınevi: <span style="color: black;">Can Yayınları</span><br />ISBN: <span style="color: black;">975-510-030-X</span><br />Baskı Tarihi:</span><span style="color: black;"> 1998</span></strong><br />
<strong><span style="color: #3366ff;">Özgün Dili:</span> <span style="color: black;">Türkçe</span><br /><span style="color: #3366ff;">Fikrim: </span><span style="color: black;">İlginç ama gerçekten ilginç bir kitap okumak istiyorsanız eğer, size tavsiye edebileceğim bir kitap. Fakat siz öylesine bir kitap arıyorsanız mâlesef size göre değil. Her ne kadar ince de olsa... </span></strong><br />
<br />
<strong><span style="color: red; font-size: 130%;">Arka Kapak - Tanıtım Yazısı</span></strong><br />
<strong><span style="color: red; font-size: 130%;"></span></strong><br />
<span id="ctl00_BookRelatedInfoLeft_TabContainer1_TabPanel1_label_aciklama">Nazlı Eray, düşselliği gerçeğe dönüştürmeye bayılan, özgün bir yazar. Her öyküsü, her romanı, yaşanan dış gerçeklikten hemen uzaklaşır, gerçekdışına, gerçeküsütüne doğru akmaya başlar. Okur, yeni bir gerçekliğin içindedir artık. Pasifik Günleri, bir yolculuğun romanı. Düşler ülkesinde gerçekleşen bir yolculuğun, bir fantezinin romanı. İlk yayımlandığında yankılar uyandıran Pasifik Günleri'nin bu yeni baskısı, Nazlı Eray'ın yeni okurlarının büyük ilgisini çekecektir. Ankara, Şair Nedim Sokağı'ndaki teneke robot, yaşlı mimci Kazuo Ono, ünlü dansöz La Argentina, Alman yönetmen Werner Herzog'un çılgın kamerası ve büyülü Uzakdoğu, İmparator Hiro Hito'nun sarayı, Penang Adası, Hawaii... İşte Pasifik Günleri'nin sihirli yelpazesinden birkaç renk... Pasifik Günleri, 'insan ruhunun bir gezi rehberi'.</span>
<br />
<br />
<strong><span style="color: red;"><span style="font-size: 130%;">Eleştiri Yazısı</span></span></strong><br />
<br />
<span style="color: black;">Kitabın içeriğine geçmeden önce yazarın temsil ettiği akımdan bahsedersem daha anlaşılır olacak sanıyorum. Nazlı Eray, "Magical Realism" ya da Türkiye'de bilinen ismiyle "Büyülü Gerçekçilik" akımının Türk Edebiyatındaki temsilcisidir. Bu akımı kısaca; 'gerçekliğin sınırlarını genişletmek' olarak alabiliriz. Yani; aslında gerçeküstü olan şeyler, okurken gerçekliğin, günlük hayatın bir parçasıymış gibi, son derece normalmiş gibi gösterilir. Dünya Edebiyatındaki en büyük temsilcisi de Gabriel Garcia Marquez'dir.</span><br />
<br />
<span style="color: black;">Romanı okumaya başladığımızda ilk beş on sayfada anlaşılıyor ki birbirinden bağımsız gibi görünen pek çok öykü kopuk kopuk, parça parça anlatılıyor. Sonra bu hikaye parçaları ilerledikçe farklı olaylar ve dolayısıyla da yeni karakterler giriyor öyküye. İlginçlik de burada başlıyor. Öyküyü kendi ağzından anlatan karakter, aynı anda, farklı farklı yerlerde, farklı farklı arkadaşlarla, farklı farklı olaylar yaşıyor. Malezya'da, Singapur'da, Tokyo'da, Honolulu'da, Ankara'da... Karete hocası Ho ile, İstatistikçi arkadaşı ile, Bay Elias ile, Victor ile, Kazuko ve Nobiko ile... Değişik değişik olaylar yaşıyor. Ama büyük bir hayal kırıklığı yaşıyor sonunda okur. Çünkü romanın sonunda tüm olaylar birbirine bağlanmıyor. Hatta anlatıcı, sihirbazın bir el hareketiyle İmparator Hiro Hito'nun sarayına gittiğini anlatıyor. İmparatoru gördüğünü söylüyor. Ama daha sonra sihirbaz ona aslında orayı hiç görmediğini söylüyor. Bir hayal gibi. Kitap son derece kafa karıştırıcı. Bir roman bütünlüğü yok içinde. Hatta biraz da anlamsızlıklarla boğulmuş.</span><br />
<br />
<span style="color: black;">Alakasız gibi görünen ve coğrafi olarak birbirinden uzakta yaşanan birçok olayın en sonunda bir yerde buluşması güzel olmuş. Ama bu buluşmada bile çok belirsizlik, anlamsızlık var. Psikolojik bir kitap okurmuş gibi oluyor insan. Romanın bir yerinde başkahramanımız Ankara'nın Şair Nedim Sokağı'nda teneke bir robota dönüşüyor. Ama bu robota sonra ne olduğu belirsiz. Eğer yalnızca büyülü gerçekçiliği göstermek için, süs için yapılmışsa bu, çok boşuna bir uğraş. Bir yerlere bağlanmalıydı bu robot öyküsü. Bunun dışında Venedikli Başmakinist, Victor ile Christie ve daha birçok öykü arada kaynamış, bir sona bağlanmadığı için de sadece kitabın anlamsızlığına katkı sağlamış. </span><br />
<br />
<span style="color: black;">Kitap acayip olmasına acayip; bu güzel. Müthiş bir potansiyele sahip bu acayiplikler mükemmel bir sonla birbirine bağlansaydı çok daha güzel olurdu. Kitap bu haliyle sanki devam edecekmiş gibi duruyor. Devam edecekmiş de yarım kalmış gibi. Bence başarısız bir son. Her romanın, hikayenin kesin bir sonu, sonucu olması gerekmiyor ama, Nazlı Eray da biraz fazla havada bırakmış her şeyi. Açıkçası romanı o kadar okuyup bu şekilde bir sonla karşılaşınca da memnun olmuyor insan. </span><br />
<br />
Ancak romanın sonunda pek çok fantastik detayla karşılaşılıyor. Mahkeme salonunda, tanıklık eden kişilerin çıktığı konuştuğu televizyon çok orijinaldi. Hatta bu televizyonda bir fotoğrafın, bir ölünün ve bir Buddha heykelinin konuşması, tanıklık yapması çok ilginçti. Daha sonraları bir papağanın da tanık olarak dinlenmesi güzel bir fantastik detaydı. <br />
<br />
Ayrıca roman boyunca Alman yönetmen Werner Herzog'dan ve onun kamerasından bahsediliyor. Zaten romanın başında Herzog'un "La Soufrière" filmi anlatılıyor. Kopuk hikayelerden biri de bu. Ancak daha sonra yazar, bu filmin hikayesini kendi hayallerine göre işliyor. Ancak burada düşsel unsur Herzog'un kamerası. Bu kamera konuşabiliyor. Dünyanın her yerine gidiyor, yakaladığı acayip şeylere sinyal veriyor. Geçmişe yolculuk yapabiliyor. Heykellere bile mikrofon tutuyor. Bir morfinmanın beynine girip oradaki görüntüleri yakalayabiliyor. Ve bunlar gerçekten büyülü gerçekçiliğe katkı sağlıyor.<br />
<br />
<span style="color: black;">Anlaşılmayan yönlerini bir kenara bırakıp eğer fantastik ögelerin gerçeklik içinde eritilmesi nasıl bir şey diye merak ediyorsanız okuyun. Her olay ilginç, yazar oradan oraya atlıyor anlatırken. Anlatılarını çok güzel bir uzakdoğu manzarasıyla da süslüyor. Uzakdoğu yaşantısı hissediliyor satır aralarında. Ayrıca kitap sürrealist Fransız şair Paul Éluard'ın bir şiiriyle başlıyor. Gerçi sadece bunlar bile bir kez okumak için geçerli nedenler.</span><br />
<br />
<span style="color: black;">Aslında bu, benim ilk okuduğum Nazlı Eray kitabı. Daha önce Fantastik ve Realist edebiyattan parçaları ayrı ayrı okumuştum. Ama bunların, belki de birbirine zıt iki edebiyat akımının, birleşmiş halini okumak yine de güzeldi. Umarım Nazlı Eray'ın diğer eserleri anlamsızlığa bu kadar bulanmamıştır. Böylece biz de sadece 'fantastik ögeleri gerçek yaşantı içinde okumak'tan öte gideriz ve onları anlamlı bir olay örgüsüne oturtabiliriz.</span><br />
<span style="color: black;"></span></div>
</div>
</div>
Alican Sadıçhttp://www.blogger.com/profile/08190346611813815421noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-3427975554917585360.post-79368544446442968862012-05-17T01:25:00.001+03:002015-08-16T17:35:21.702+03:00Uçurtma Avcısı - Khaled Hosseini<strong><span style="color: red; font-size: 130%;">Kitabın Künyesi</span></strong><br />
<div>
<div>
<div>
<a href="http://dosya.beyn.org/yazilar/ucurtma-avcisi.jpg" imageanchor="1" style="clear: right; float: right; margin-bottom: 1em; margin-left: 1em;"><img alt="" border="0" src="http://dosya.beyn.org/yazilar/ucurtma-avcisi.jpg" style="height: 300px; margin-top: 0px; width: 193px;" /></a><br />
<strong><span style="color: #3366ff;">Yazarı: <span style="color: black;">Khaled Hosseini</span></span></strong><br />
<strong><span style="color: #3366ff;">Orijinal Adı: <span style="color: black;">The Kite Runner</span><span style="color: black;"> </span><br />Çeviren: <span style="color: black;">Püren Özgören</span><br />Sayfa Sayısı: </span><span style="color: black;">440</span></strong><br />
<strong><span style="color: #3366ff;">Tür: <span style="color: black;">Dünya Edebiyatı </span> </span></strong><br />
<strong><span style="color: #3366ff;">Yayınevi: <span style="color: black;">Everest Yayınları</span><br />ISBN: <span style="color: black;">978-975-289-517-1</span><br />Baskı Tarihi:</span><span style="color: black;"> Mart 2009</span></strong><br />
<strong><span style="color: #3366ff;">Özgün Dili:</span> <span style="color: black;">İngilizce</span><br /><span style="color: #3366ff;">Fikrim: </span><span style="color: black;">Konudaki içtenlik, anlatımdaki şiirsellik. Fazla söze gerek yok. Mutlaka okuyun, mutlaka... </span></strong><br />
<br />
<strong><span style="color: red; font-size: 130%;">Arka Kapak - Tanıtım Yazısı</span></strong><br />
<strong><span style="color: red; font-size: 130%;"></span></strong><br />
Emir ve Hasan, Kabil'de monarşinin son yıllarında birlikte büyüyen iki çocuk... Aynı evde büyüyüp, aynı sütanneyi paylaşmalarına rağmen Emir'le Hasan'ın dünyaları arasında uçurumlar vardır: Emir, ünlü ve zengin bir işadamının, Hasan ise onun hizmetkârının oğludur. Üstelik Hasan, orada pek sevilmeyen bir etnik azınlığa, Hazaralara mensuptur.
<br />
<br />
Çocukların birbirleriyle kesişen yaşamları ve kaderleri, çevrelerindeki dünyanın trajedisini yansıtır. Sovyetler işgali sırasında Emir ve babası ülkeyi terk edip California'ya giderler. Emir böylece geçmişinden kaçtığını düşünür. Her şeye rağmen
arkasında bıraktığı Hasan'ın hatırasından kopamaz.
<br />
<br />
Uçurtma Avcısı arkadaşlık, ihanet ve sadakatin bedeline ilişkin bir roman. Babalar ve oğullar, babaların oğullarına etkileri, sevgileri, fedakârlıkları ve yalanları...
Daha önce hiçbir romanda anlatılmamış bir tarihin perde arkasını yansıtan Uçurtma Avcısı, zengin bir kültüre ve güzelliğe sahip toprakların yok edilişini aşama aşama gözler önüne seriyor.
<br />
<br />
Uçurtma Avcısı'nda anlatılan olağanüstü bir dostluk. Bir insanın diğerini ne kadar sevebileceğinin su gibi akıp giden öyküsü...
<br />
<br />
<strong><span style="color: red;"><span style="font-size: 130%;">Eleştiri Yazısı</span></span></strong><br />
<br />
<span style="color: black;"> "Sen iste, bin tane yakalayayım, Emir ağa..."<br /> "Senin için bin tane olsa yakalarım, Sohrab..."</span><br />
<br />
<span style="color: black;">Kitabın kilit cümleleri bunlar. İnsanın tüylerini diken diken eden iki cümle... Dilin nasıl etkileyici kullanılabileceğinin kanıtları...</span><br />
<br />
<span style="color: black;">Evet, bu güne kadar okuduğum kitaplar arasında, umudu ve umutsuzluğu; acıyı, ıstırabı ve sevinci en etkileyici biçimde dile getiren kitaptı. Sadakat ve ihanet çelişkisi. İhanet ve sadakatin vicdanlar üzerindeki ağırlığı. Kitabı okurken bazı bazı gözyaşlarınızı tutamadığınızı hissedeceksiniz gerçekten. Bu kitap, ne ihanetin ne de sadakatin karşılıksız olmadığını gözler önüne seren nefis bir eser. Dramatik bir konu, duygu yüklü anlatım ve gerçekten nefis bir eser...</span><br />
<br />
<span style="color: black;">Bu, ilk kitabı olmasına rağmen dili böyle etkileyici kullanması, yazarın gelecek vaat ettiğini gösteriyor. Kötülüğü ve kötüleri bu derece keskin anlatabilmesi sebebiyle de büyük bir saygıyı hak ediyor.</span><br />
<br />
<span style="color: black;">Romanda alttan alta bir Afgan tarihi anlatılıyor. Acılarla dolu bir tarih... Mollaların ikiyüzlülüğü, Taliban rejiminin din adına yaptığı zulümler, Taliblerin iğrençlikleri... Afganistan'ın değişimine de şahit oluyorsunuz adım adım. Tabi, hiç de hoş olmayan bir değişim bu. Ama yaşanmış ve yaşanmakta hâlâ.</span><br />
<br />
<span style="color: black;">Afgan çocuklarına adanan bu kitap, uzak diyarlarda duymak dahi istemeyeceğimiz kötülüklerin yaşandığını gösteren bir baş yapıt. Doyasıya yaşanmamış yaşamları gözler önüne seren bir eser. Romandaki şu söz bile bunu nasıl güzel anlatıyor: "Afganistan'da çocuk çoktu ama çocukluk yoktu."</span><br />
<br />
<span style="color: black;">Kitapta altı çizilesi, çok güzel başka sözler de var. Mesela Rahim Han'ın söylediği şu cümle onlardan biri: "Çocuklar boyama kitabı değildir, onları en sevdiğin renge boyayamazsın." Ama bu romandan aklımda kalan en önemli alıntı, Baba'nın Emir'e söylediği şu sözler oldu:</span><br />
<br />
<span style="color: black;">"Mollalar ne derse desin, yalnızca bir günah vardır, tek bir günah. O da hırsızlıktır. Onun dışındaki bütün günahlar, hırsızlığın bir çeşitlemesidir. (...)</span><br />
<br />
<span style="color: black;">Bir insanı öldürdüğün zaman, bir yaşamı çalmış olursun. Karının elinden kocayı, çocuklarından da bir babayı almış olursun. Yalan söylediğinde, birinin gerçeğe ulaşma hakkını çalarsın. Hile yaptığın, birini aldattığın zaman doğruluğu, haklılığı çalmış olursun. Anlıyor musun? (...)<br />
<br />
Çalmaktan daha kötü bir suç yoktur, Emir. Kendisine ait olmayan bir şeyi alan insan, bu ister bir can olsun isterse bir dilim <em>nan</em>... aşağılıktır. Böyle birinin yüzüne tükürürüm. Böyle biriyle yollarımız kesiştiğinde, Allah yardımcısı olsun. Anlıyorsun, değil mi?"</span><br />
<br />
<span style="color: black;">Romanın daha başlarındaki bu sözler bile bana nasıl müthiş bir esere başladığımı anlatmaya yetti.</span><br />
<br />
<span style="color: black;">Roman, yer yer postmodernist esintiler taşıyor. Özellikle rüyaların anlatıldığı, eski anıların hatırlandığı, bayılma anlarında ve ameliyat bölümlerinde narkozun etkisiyle hissedilenlerin belirtildiği bölümlerde bu çok belirgin. Mesela, zaman kavramının yok olması bunun en tipik örneği. Ayrıca kitaba genel anlamda bakıldığında bir döngüden ibaret olduğu görülüyor. Yâni birinin yapamadığını diğeri yapıyor. Mesela Baba'nın yapamadığını Emir yapıyor ve Hasan'a olmasa da Hasan'ın oğlu Sohrab'a sahip çıkıyor; Hasan'ın yapamadığınıysa Sohrab yapıyor ve Assef'i sapanla kör bırakıyor. Böyle birkaç olay daha var ki bu da romanda bir döngü olduğunu gösteriyor. Bize gerçek hayatta da "kaderde olan her şeyin bir gün mutlaka gerçekleşeceğini" öğretiyor. Biri olmazsa başka biri tarafından. </span><br />
<br />
<span style="color: black;">Okuru sıkmayan dil ve etkileyici bir üslup var. Öylesine samimi, öylesine içten -bir yönüyle de bizden... Afgan kültüründeki İslâm ögelerinin bizimkilerle benzer olması da bunda etkili bence.</span><br />
<br />
<span style="color: black;">Bir başka yönüyle de Afganistan'ın mahallelerinden, Pakistan'ın şehirlerine, Amerika'nın metropollerine kadar çok geniş mekân çeşitlemesine sahip bir roman bu. Afgan mültecilerin Amerika'daki hayatını da anlatıyor. Kaçakların göç ettiği kamyonlar ve tankerlerle; kalınan küf kokulu, mağaraya benzeyen evlerin tasvirleri çok gerçekçi. Bunda, yazarın kendisinin de bir mülteci olmasının etkisi var şüphesiz. Romanın realist olmasını sağlıyor bu da. Ama en önemli pay yazarın kurgu gücüne ait.</span><br />
<br />
<span style="color: black;">Son olarak, çevirmenin başarısına değinmemek olmaz. Hele bu kadar muhteşem bir çeviri yapılmışsa buna değinmemek çeviriyi yapanın hakkını yemek olur. Çeviri o kadar güzel ki okurken insana estetik zevk veriyor ve çeviri dahi sanat eseri olduğunu belli ediyor. Çevirmenin başarısı, asla küçümsenemeyecek bir başarı. </span><br />
<br />
<span style="color: black;">Kısaca bu; yıllar geçse de eskimeyecek bir anlatımla yazılmış, okuduktan sonra da etkisinde kalacağınız bir roman.</span></div>
</div>
</div>
Alican Sadıçhttp://www.blogger.com/profile/08190346611813815421noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-3427975554917585360.post-15995871839932883172011-10-15T20:28:00.006+03:002015-08-16T17:49:17.995+03:00Dokuzuncu Hariciye Koğuşu - Peyami Safa<strong><span style="color: red; font-size: 130%;">Kitabın Künyesi<a href="http://www.turkcebilgi.com/uploads/baslik/thumb/2155836.jpg" onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}"><img alt="" border="0" src="http://www.turkcebilgi.com/uploads/baslik/thumb/2155836.jpg" style="cursor: pointer; float: right; height: 279px; margin: 0px 0px 10px 10px; width: 193px;" /></a></span></strong><br />
<strong><br /></strong>
<strong><span style="color: #3366ff;">Yazarı:</span> <span style="color: black;">Peyami Safa</span><br /><span style="color: #3366ff;">Sayfa Sayısı: </span><span style="color: black;">124</span><br /><span style="color: #3366ff;">Tür:</span> Türk<span style="color: black;"> Edebiyatı</span><br /><span style="color: #3366ff;">Yayınevi:</span> Alkım<span style="color: black;"> Yayınevi</span><br /><span style="color: #3366ff;">ISBN:</span> </strong><span style="color: black;"><strong>975-6363-82-7</strong><br /><strong><span style="color: #3366ff;">Baskı Tarihi</span></strong></span><strong><span style="color: #3366ff;">:</span> <span style="color: black;">2004</span><br /><span style="color: #3366ff;">Özgün Dili:</span> <span style="color: black;">Türkçe</span></strong><br />
<strong><span style="color: #3366ff;">Fikrim: <span style="color: black;">Türk Edebiyatının ilk psikolojik romanlarından olan bu eserde Peyami Safa ustalığını konuşturmuş. Ben çok beğendim.</span></span></strong><br />
<strong></strong><strong><br /><span style="font-size: 130%;"><span style="color: red;">Arka Kapak - Tanıtım Yazısı</span></span></strong><br />
<br />
<span style="color: black;">İnsanın ruhuyla bedeni arasındaki korkunç ilişkiyi anlatıyor Peyami Safa.<br /><br />Mutlulukların ve felaketlerin bu derece kuvvetli anlatılabilmesi unutulmaz klasikler arasına sokuyor bu kitabı.<br /><br />Çünkü sevildiğini hissetmenin yarattığı mucizeler var bu sayfalarda. </span><br />
<br />
<span style="color: red; font-size: 130%;"><strong>Eleştiri Yazısı</strong></span><br />
<br />
<span style="color: black;">"Bu sayfalarda; insan, hakiki acıyı, ıstırabı, bir gölge halinde bile olsa, seferberliğin aç İstanbul’unu buluyor."<br /><br />Bir usta yazarın yazdığı eseri en iyi bir başka usta yazar yorumlayabilir. Nitekim bu eseri de Ahmet Hamdi Tanpınar yukarıdaki satırlarla çok iyi yorumlamış bence.<br /><br />Romanda bacağından rahatsız olan bir gencin sağlığına kavuşmak için çırpınışları anlatılır. Bunun yanısıra gencin kendinden dört yaş büyük bir kıza olan aşkıyla uğraşması da gencin ruhi bunalımlarını daha da büyütür. Romandaki çocuğun sakat kalma korkusu roman boyunca tüm şiddetiyle hissediliyor.<br /><br />Peyami Safa’nın ve Türk edebiyatının en önemli eserleri arasında gösterilen bu roman, yazarın çocukluk ve gençlik yaşlarında geçirdiği bir hastalık nedeniyle yaşadığı zor günleri son derece akıcı ve sade bir dille anlatıyor. Bu nedenle bir otobiyografik roman da diyebiliriz. Yazarın kendisi de uzun yıllar bir kemik rahatsızlığıyla cebelleşmiş, aylarca hastanede yatmış, müthiş acılar çekmiş ve tüm bunları bu romana yansıtmış. Aynı zamanda başkahramanın kişiliği de yazarla büyük oranda birleşmektedir.<br /><br />Roman, ruh tahlilleri açısından da çok önemlidir. Edebiyat tarihçilerine göre Türk Edebiyatında ruh tasvirlerinin en iyi yapıldığı romandır ve baştan sona "Ben Merkezli Roman" örneği sergilemektedir.<br /><br />Bir psikolojik roman diyebileceğimiz kitapta, romanın kahramanı çocuğun psikolojisi çok gerçekçi olarak dile getirilmiş. Psikolojik bir roman olmasına karşın çok da sürükleyici bir yanı var. Yazar romanında realizmin doruklarına çıkmış. Öyle ki pansuman sahnelerindeki acıyı siz de yaşıyorsunuz sanki.<br /><br />Realizmin bir başka göstergesi de "Kozmopolitlerin Hücumu" adlı bölümde dönemin siyasi ve sosyal olaylarına atıfta bulunulması. Bu bölümde milliyetine çok bağlı olan hasta kahramanımızla Avrupa hayranı paşa ve paşanın destekçisi Doktor Ragıp'ın münakaşası anlatılıyor. Bunun romanın gerçekçiliğine katkısı çok büyük.<br /><br />Yazarın alakasız yerlerde Shakespeare'in Hamlet adlı trajedisinden 'Zavallı Yorik' alıntısı karakterin şaşkınlığını, buhranlarını, bilincinin çok da yerinde olmadığını, melankolik ruh halini çok iyi gösteriyor.<br /><br />Romanda tezatlar büyük bir yer tutuyor hatta romana tezatlar romanı dahi denebilir. Bunlar hasta gencin ruhî durumuyla yakından ilgilidir. Hasta genç; kapalı mekan, tabiat, sağlık, hastalık, zenginlik, yoksulluk, çirkinlik, güzellik, kader, saadet hasreti, hayat, ölüm, korku ve ümit tezatları içindedir. Romandaki hasta genç pek çok mahrumlukla kıvranırken, yazar onun karşısına tam zıddı bir tip çıkarır: Doktor Ragıp. Ragıp, yakışıklı, sağlıklı, mesleğini eline almış, hali vakti yerinde, Avrupai bir gençtir. Yani; baş kahramanın tam tersi. Roman kahramanı sıhhat, hastalık tezadı arasında buhranlar geçirir. Ragıp'ın Nüzhet'i elinden alacağından korkar. Romandaki bir başka tezat da gerçek-yalan tezadıdır. Kahramana göre yalana tüm mahlukat hatta dağlar, taşlar dahi isyan etmelidir.<br /><br />Romanda öyle can alıcı cümleler var ki... Örneğin; "Ağaçların sıhhatini bile kıskanırdım." cümlesi hasta bir çocuğun hastalığından ne kadar bıktığını yeterince anlatmıyor mu? "Keşke futbol oynasaymışım; belki de bacağımı Nüzhet’in aşkı kadar yormazdı." cümlesi de aşkının ümitsizliğini yeterince vurgulamıyor mu?<br /><br />Hasta genç, yoksul ve kenar mahallenin evleri ile kendi durumu arasında büyük bir benzerlik buluyor. Onlar gittikçe eskiyor, dökülüyor ve ayakta durmak için bakıma ve ameliyata ihtiyacı var, kendisi de öyle...<br /><br />Gence göre hastalar kan akrabalığından daha yakındırlar birbirlerine, çünkü onları acı ve korku birleştirmiştir. Kendisi de onların içindedir. Fakat onun yanında kendisine destek olabilecek bir büyüğü yoktur. O hep yalnızdır. Annesinin yanındayken, paşayla veya Nüzhetle olduğu zaman bile yalnızdır. Çok acı çektigi, kültürlü ve felsefi düşünce tarzına aşina olduğu için kırk, elli yaşın tecrübesine sahiptir.<br /><br />Yazar, eksiltili cümlelerle, yarım cümlelerle, tek kelimelik cümlelerle o kadar çok şey anlatmış ki... Çocuk denecek yaştaki birinin süssüz, yalın ama bir o kadar da içten, duygulu, çocuksu anlatımını yakalamış.<br /><br />Kelimelerin özenle seçildiği, tıbbi terimlerin doğru olarak kullanıldığı dikkati çekiyor. Bu da gerçekten bir muayene odasında olduğunuz hissine kapılmanızı sağlıyor.<br /><br />Ana başlıkların altlarına yazar tarafından birer cümlelik yazılar yazılmış. Bu da romana şiirsel bir tat vermiş.<br /><br />Aynı zamanda yazar, aşağıdakiler gibi ilginç saptamalarda da bulunuyor.<br /><br />"Her gidişimde, hastanelerin bahçeleri bana hüzün verirdi. Bunun manasını şimdi bulmaya çalışıyorum ve hastalıkla tabiat arasındaki büyük tezadı anlıyorum. Bu, bir bahçeden hastaneye girerken ve bir hastaneden bahçeye çıkarken en çok hissedilen şeydir."<br /><br />"Istırabın derinliklerine indikçe sevincimizi kaybetmek korkusu kalmadığı için yeni bir sevinç başlıyor, ıstırabın ilacı ıstırabtır ikisinin toptan sonucu sevinç..."<br /><br />"Felâketimizi başka biriyle taksim etmek saadettir, fakat annelerle değil, annelerle değil. Annelere anlatılan kederler taksim değil, zarbedilmiş olur: Çocuklarının felaketini iki kat şiddetle hisseden anneler, bu ıstıraplarını çocuklarına fazlasıyla iade ederler; böylece keder anadan çocuğa ve çocuktan anaya her intikal edişinde büyüdükçe büyür."<br /><br />Kitabın başlarındaki nota göre yayınevi, genç kuşakları dikkate alarak günümüz imlasıyla ve kimi Arapça, Farsça sözcüklerin Türkçe karşılıklarını temel alarak kitabı yayına hazırlanmış. Dil de canlı, sürekli değişen, gelişen bir şey olduğu için bu olumlu bir gelişme bence.</span>Alican Sadıçhttp://www.blogger.com/profile/08190346611813815421noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-3427975554917585360.post-27208460159383672812011-06-29T14:05:00.011+03:002012-05-12T14:41:17.298+03:00Hayvan Çiftliği - George Orwell<div>
<div>
<strong><span style="color: red; font-size: 130%;">Kitabın Künyesi<a href="http://upload.wikimedia.org/wikipedia/tr/4/4b/Hayvan_%C3%87iftli%C4%9Fi.jpg"><img alt="" border="0" src="http://upload.wikimedia.org/wikipedia/tr/4/4b/Hayvan_%C3%87iftli%C4%9Fi.jpg" style="cursor: pointer; float: right; height: 309px; margin: 0px 0px 10px 10px; width: 213px;" /></a></span></strong><br />
<br />
<strong><span style="color: #3366ff;">Yazarı:</span> <span style="color: black;">George Orwell</span><br /><span style="color: #3366ff;">Orijinal Adı:</span> <span style="color: black;">Animal Farm</span><br /><span style="color: #3366ff;">Çeviren:</span> <span style="color: black;">Celâl Üster </span><br /><span style="color: #3366ff;">Sayfa Sayısı: </span><span style="color: black;">158</span><br /><span style="color: #3366ff;">Tür:</span> <span style="color: black;">Dünya Edebiyatı</span><br /><span style="color: #3366ff;">Yayınevi:</span> <span style="color: black;">Can Yayınları</span><br /><span style="color: #3366ff;">ISBN:</span> <span style="color: black;">978</span></strong><strong><span style="color: black;">-975-07-0011-8<br /><span style="color: #3366ff;">Baskı Tarihi</span></span><span style="color: #3366ff;">:</span> <span style="color: black;">Haziran 2009</span><br /><span style="color: #3366ff;">Özgün Dili:</span> <span style="color: black;">İngilizce</span><br /><span style="color: #3366ff;">Fikrim: <span style="color: black;">Kesinlikle okunması gereken eserlerden biri. Orwell'in ince mizahi zekâsına hayran kalmamak elde değil</span></span><span style="color: black;">.</span><br /><span style="color: #3366ff;"></span><br /><span style="font-size: 130%;"><span style="color: red;">Arka Kapak - Tanıtım Yazısı</span></span></strong><br />
İngiliz yazar George Orwell (1903-1950), ülkemizde daha çok Bin Dokuz Yüz Seksen Dört adlı kitabıyla tanınır. Hayvan Çiftliği, onun çağdaş klasikler arasına girmiş ikinci ünlü yapıtıdır. 1940'lardaki 'reel sosyalizm'in eleştirisi olan bu roman, dünya edebiyatında 'yergi' türünün başyapıtlarından biridir. Hayvan Çiftliği'nin kişileri hayvanlardır. Bir çiftlikte yaşayan hayvanlar, kendilerini sömüren insanlara başkaldırıp çiftliğin yönetimini ele geçirirler. Amaçları daha eşitlikçi bir topluluk oluşturmaktır. Aralarında en akıllı olanlar domuzlar; kısa sürede önder bir takım oluştururlar, devrimi de onlar yolundan saptırırlar. Ne yazık ki insanlardan daha baskıcı, daha acımasız bir diktatörlük kurulmuştur artık. George Orwell, bu romanında tarihsel bir gerçeği eleştirmektedir. Romandaki önder domuzun, düpedüz Stalin'i simgelediği açıkça görülecektir. Öbür kişiler bire bir belli olmasalar da, bir diktatörlük ortamında olabilecek kişilerdir. Romanın alt başlığı Bir Peri Masalı'dır. Küçükleri eğlendirecek bir peri masalı değildir; ama roman, bir masal anlatımıyla yazılmıştır.<br />
<br />
<strong><span style="color: red; font-size: 130%;">Eleştiri Yazısı</span></strong><br />
<br />
"Bütün hayvanlar eşittir. Ama bazı hayvanlar öbürlerinden daha eşittir." <br />
<br />
Can Yayınlarından çıkan kitabın 147. sayfasında yer alan bu söz, "Her hayvan eşittir." sloganı ile yola çıkan hayvanların sonradan geldiği son noktayı gösteriyor.<br />
<br />
En mükemmel sistemin bile kötü niyetli kişilerin elinde nasıl baskı aracına dönüştüğünün bir öyküsü bu kitap. George Orwell'in mecazi bir dille yazılmış fabl tarzında siyasi hiciv romanı. Alegorik bir roman. Bir distopya. Yani felsefede korku ütopyası diye geçen kötü ütopyalardan biri. Kitap, bir ütopya gibi başlasa da karşı-ütopya olarak son buluyor. George Orwell, diğer romanı Bin Dokuz Yüz Seksen Dört gibi bunda da bir korku ütopyasından bahsediyor. Çünkü romanda yeryüzü cennetini kurmak isteyenler tastamam bir cehennem yaratmışlardır.<br />
<br />
Wikipedia'da George Orwell sayfasında Hayvan Çiftliği için şöyle söyleniyor: "Hayvanlar Çiftliği bir devrimin trajedisidir. Bu modern fabl, kesilmekten, kırkılmaktan, sağılmaktan, dövülmekten gına getirerek zalim sahiplerine karşı ayaklanan Manor Çiftliği hayvanlarının hikâyesidir. Karakterler son derece sade ve güçlüdür: Kinik eşek Benjamin, fedakar at Boxer, akılsız kısrak Mollie, hatta serçeleri 'tüm hayvanların kardeş olduğunu' söyleyerek pençeleri arasına çekmeyi deneyen kedi bile akıllarda kolayca yer edinen, çok canlı kişiliklerdir."<br />
<br />
Yazarın insanların ortaklaşa eylemi konusunda umutsuzluk aşılama işlevini yerine getirmek amacıyla yarattığı bir başka karakter, Benjamin adlı eşektir. Benjamin, inançsızlığın simgesidir, toplumda hiçbir şeyin değişmeyeceğinden, gelenin gideni aratacağından emindir ve öykünün sonunda, inançlı, çalışkan ve özverili kahraman arkadaşı Boxer adlı at değil, kendisi haklı çıkar. Hatta Boxer, o kadar çalışkan olmasına rağmen biraz hastalanınca at kasabını boylar.<br />
<br />
Roman, Sovyetler Birliği'ndeki Stalinizm rejiminin acı bir eleştirisidir. Fakat sıradan bir Rus Devrimi hicvi değildir. Orwell'in mesajı çok daha derindir. Josef Stalin'in Sosyalizm adına milyonlarca insanı katletmesi, oligarşik-totaliter bir yönetim oluşturmasını eleştirmiş. Ancak Orwell, eserinde tarafsız bir bakış açısı takınmış. Yani Kapitalizm doktrinini sütten çıkmış ak kaşık gibi göstermemiş. Kapitalist dış dünyayı temsil eden diğer çiftliklerin sahibi insanlar da epeyce yerilmiş bu kitapta. Kitabın en son paragrafında özelikle de son cümlesinde bu çok güzel vurgulanmış. "Dışarıdaki hayvanlar, bir domuzların yüzlerine, bir de insanların yüzlerine bakıyor, ama birbirlerinden ayırt edemiyorlardı." İnsanlar domuzlara, domuzlar da insanlara dönüşmüşlerdi. Yazar, adı her ne olursa olsun; içinde hiyerarşinin ve oligarşinin yok edilemediği her ideololojinin insanlığa mutluluk getiremeyeceği tezini hayvanlar üzerinden mükemmel bir şekilde işlemiş.<br />
<br />
Kitabın çok da güzel bir sunuş yazısı var. O yazıda şöyle bir ifade geçiyor: "Kitabın sonunda sunulan, insanlar ile domuzların aynı masanın çevresinde zaferlerini kutladıkları sahne, dünya yazınının en çarpıcı sahnelerinden biridir." Romanı Maarif Vekâleti'nin isteğiyle dilimize ilk çeviren Halide Edip Adıvar'ın da yazarın yansızlığını vurgulamak için yazdığı yazıdan da bir kesit var bu sunuş yazısında. Okumanızı kesinlikle tavsiye ediyorum.<br />
<br />
Ayrıca çeviri de çok güzel ve eğlenceli. Çevirmen Celâl Üster, ciddi, ağırbaşlı bir çeviri yerine daha halkın konuştuğu dili kullanarak bir çeviri yapmış.<br />
<br />
Kitabın alt başlığı ise 'Bir Peri Masalı'. Sunuş yazısında deniyor ki "Evet, Hayvan Çiftliği, korkunç sonla biten bir 'peri masalı'dır." Romanın içinde de bu peri masalına yakışan karakalem çizimler var. Çok da güzel. Ama resimlerin yerleştirilmesine pek de iyi diyemeyeceğim. Bir olay, yazı olarak anlatılıyor ancak resmi ise beş sayfa sonra karşınıza çıkıyor. Buna biraz dikkat edilseydi, anlatım ve resimler eş zamanlı gitseydi okur açısından çok daha iyi olurdu.<br />
<br />
Romandaki her hayvanın eşitliğine dayanan Animalizm ideolojisi; gerçekteki her insanın eşitliğine dayanan Sosyalizm ideolojisini simgeliyor. Orwell, ideolojinin bu safhasını asla yermiyor. Hatta övüyor. Orwell'in eleştirdiği şey oradaki totaliter rejim. Romandaki tüm karakterler de gerçek bir karakteri simgelemekte. Yani roman tamamen alegorik bir roman. Mesela;<br />
• Koca Reis adlı domuz, Karl Marks veya Vladimir Lenin'i<br />
• Snowball adlı domuz, Lev Troçki'yi<br />
• Napoléon adlı domuz, Josef Stalin'i<br />
• Çiftliğin ilk sahibi Bay Jones, son Rus Çarı II. Nikolay'ı<br />
• Düzenli bakılan komşu çiftliğin sahibi Bay Frederik, Adolf Hitler'i<br />
• Diğer komşu çiftliğin sahibi Bay Pilkington, Winston Churchill veya Theodore Roosevelt'i<br />
• Napoléon'un doğardoğmaz alıp yetiştirdiği ürkütücü köpekler, bir baskı unsuru olan polis gücünü<br />
• Boxer adlı koşum atı, kendi gücünün farkında olmayan işçi sınıfını temsil ediyor.<br />
<br />
Hayvanlar, çiftliği geri almayı deneyen insanlara karşı yiğitçe çarpışır, gövdelerini mermilere siper eder; el sahibi olmadıkları halde çiftliğin zor işlerinin üstesinden gelmeyi, hatta bir yel değirmeni inşa etmeyi bile başarırlar. Ancak her gün biraz daha değiştirilir kurallar hissettirilmeden. Domuzlar da elit kesim olmuştur. Sözümona domuzlar daha zekiydiler ve yöneticiliğe layıktılar. Diğer hayvanlarsa çalışmalıydı. Gerekirse aç acına çalışmalıydılar ve "Napoléon yoldaş her zaman haklıdır." sözünü aklına kazımalıydılar. Ne yazık ki zaferleri ve çalışmaları, yöneticiliğe soyunup gitgide 'insanlaşan' domuzların hırsları ve entrikaları tarafından gölgelenmeye mahkumdu.<br />
<br />
Romana farklı bakış açıları da var. Mesela <a href="http://www.sirince.net/modules.php?name=News&file=article&sid=687">buradan</a> okuduğum yazıda Orwell'in aslında karamsar bir bakış getirdiği ve emperyalizmin savunuculuğunu yaptığı söyleniyor. Yazının son paragrafından bir alıntı yaparsak bu daha net bir biçimde anlaşılır. "Hayvan Çiftliği’ne damgasını vuran söylem, bir özgürlük söylemi değil, özgürlük ve eşitlik savaşımının anlamsız olduğu söylemidir. George Orwell, kitabında, eşitlik, özgürlük, dayanışma değerlerini, insanların ortak eylemleriyle kendi geleceklerini belirleyebilecekleri inancına dayalı özgüven duygusunu yok eden, insanlara umut değil karamsarlık veren bir söylem geliştirmiştir. Sömürgeciliğe karşı ayaklanmanın anlamsız olduğunu, bağımsızlık, özgürlük ve eşitlik için savaşımın sömürge yönetiminden bile daha kötü sonuçlar doğuracağı iletisini ortaya koymuştur. Edebiyat ve toplum ilişkisi, sanat ve siyaset ilişkisi açısından bakıldığında, Hayvan Çiftliği’nden yükselen ses, sömürge imparatorluklarını korumaya çalışan emperyalistlerin sesidir." Yazı böyle noktalanıyor. Bu da bir bakış tabi. Sonuçta roman yazılırken yazarla birlikte değildik ve ne düşünerek yazdığını da asla bilemeyiz. Bu sebeple her iki görüşü de olabilir kabul etmeliyiz. En iyisi kendiniz okuyarak kendiniz karar verin.</div>
</div>Alican Sadıçhttp://www.blogger.com/profile/08190346611813815421noreply@blogger.com5tag:blogger.com,1999:blog-3427975554917585360.post-23790221827771439832011-01-08T13:48:00.009+02:002015-04-27T19:28:24.141+03:00Agatha'nın Anahtarı - Ahmet Ümit<a href="http://static.ideefixe.com/images/332/332369_2.jpg"><img alt="" border="0" src="http://static.ideefixe.com/images/332/332369_2.jpg" style="cursor: hand; float: right; height: 282px; margin: 0px 0px 10px 10px; width: 177px;" /></a><strong><span style="color: red; font-size: 130%;">Kitabın Künyesi</span></strong><br />
<br />
<strong><span style="color: #3366ff;">Yazarı:</span> <span style="color: black;">Ahmet Ümit</span><br /><span style="color: #3366ff;">Sayfa Sayısı: </span><span style="color: black;">142</span><br /><span style="color: #3366ff;">Tür:</span> <span style="color: black;">Polisiye</span><br /><span style="color: #3366ff;">Yayınevi:</span> <span style="color: black;">Everest Yayınları</span><br /><span style="color: #3366ff;">ISBN:</span> <span style="color: black;">978</span></strong><span style="color: black;"><strong>-975-289-747-2</strong><br /><strong><span style="color: #3366ff;">Baskı Tarihi</span></strong></span><strong><span style="color: #3366ff;">:</span> <span style="color: black;">Eylül 2010</span><br /><span style="color: #3366ff;">Özgün Dili:</span> <span style="color: black;">Türkçe</span></strong><br />
<strong><span style="color: #3366ff;">Fikrim: </span><span style="color: black;">Ahmet Ümit'in hikayelerden oluşan bu kitabını pek beğenmedim. Özellikle Ahmet Ümit'e başlamak için hiç uygun bir kitap değil bence.</span></strong><br />
<strong><span style="color: #3366ff;"></span><br /><span style="font-size: 130%;"><span style="color: red;">Arka Kapak - Tanıtım Yazısı</span></span></strong><br />
<br />
<span style="color: black;">Agatha Christie'nin Pera Palas günleri... Ünlü yazarın İstanbul tutkusu. Aşkın çılgınlaştırdığı evli bir adam. Kıskançlıklar, bencillikler ve kusursuz bir cinayet. Christie'den Başkomser Nevzat'a gizemli cinayet vakaları. Cinayetlerin ardındaki çarpıcı insan öyküleri. Sürükleyici, gizemli, tuhaf serüvenler. Defalarca televizyon dizilerine çekilmiş Başkomser Nevzat'ın benzersiz polisiye öyküleri... </span><br />
<span style="color: black;"><br />"Evet, öyle düşünüyorum. Tasarlanmış cinayet iyi bir organizasyonu gerektirir. Zamanın, mekânın, cinayet aletinin doğru seçilmesi, ortalıkta kanıt bırakılmaması ya da sahte kanıtların bırakılması gibi zekâ gerektiren davranışların yanında, birini öldürebilecek kadar soğukkanlı bir cesarete veya vahşiliğe sahip olmalıdır insan. Konuşurken, yazarken basit olgularmış gibi görünen bu gereklilikler cinayet anında yerine getirilmesi oldukça zor eylemler haline gelebilir. Hele bir de cinayet anında sürprizlerin ortaya çıktığını düşünürsek... Evet evet, bundan eminim, bence kusursuz cinayet yoktur." </span><br />
<br />
<span style="color: red; font-size: 130%;"><strong>Eleştiri Yazısı</strong></span><br />
<br />
<span style="color: black;">Ahmet Ümit'in okuduğum ilk kitabı. 15 adet hikayeden oluşuyor. Çevremde okuyanlara sorduğumda kitap hakkında "Ortalama bir kitap. Ahmet Ümit'in heyecanı sonuna kadar koruyan kitapları var. Mesela 'Kukla' öyle bir kitap." dediler. Bence de Ahmet Ümit okumaya başlamak için hatalı bir seçim.</span><br />
<br />
<span style="color: black;">Kitaba ismini veren "Agatha'nın Anahtarı" adlı hikaye çok sönük. "Kusursuz bir cinayet işlenebilir mi?" sorusundan yola çıkan bir hikaye. Tamamen benim kanaatime göre; kitaba Agatha adını vererek Christie hayranlarının kitabı almasını hedeflemiş olabilirler.</span><br />
<span style="color: black;"></span><br />
<span style="color: black;">İkinci hikaye olan "Kitap Katili" hariç diğer hikayeler Başkomiser Nevzat'ın kendi ağzından anlatılmış cinayet kovuşturma hikayeleri. Bazı hikayeler çok basit ancak bazı hikayeler kurgu itibariyle sağlam. Ama yine de bazı hikayelerin sonlarından o tadı alamıyorsunuz. Kitabın anlatımında beni rahatsız eden unsurlardan biri de şuydu: Kitabın yarısından fazlası şimdiki zaman kalıbı (-yor) kullanılarak yazılmış. Zaman kayması yaratılmak istense de bu, okuru rahatsız ediyor. Geçmiş zaman (-dı) kalıbıyla yazılan hikayelerin okunmasının daha kolay olduğu ve okuru rahatsız etmediğini gördüm.</span><br />
<span style="color: black;"></span><br />
<span style="color: black;">"Kitap Katili" adlı öykü beni pek etkilemeyen bir öyküydü. Bir eleştirmenin öldürülmesini konu alıyordu. Kurgusu basitti. Kısacası ben pek beğenmedim.</span><br />
<span style="color: black;"></span><br />
<span style="color: black;">"Kör Bican'ı Kim Vurdu?" adlı öykü de bana hoş gelmeyen öykülerden biriydi. Cinayet işlenmiyordu. Yalnızca vurulma söz konusuydu. Kovuşturma yoktu. Sadece sonundaki bir açıklamayla ve itirafla bir dram ortaya çıkıyordu. Bu da bize cinayetin havadan çözüldüğü kanısını veriyordu.</span><br />
<span style="color: black;"></span><br />
<span style="color: black;">"Savcıyı Öldürmek!" öyküsünde cinayetin nedeni saçma denecek kadar basitti. Konu itibariyle beğenmediğim bu hikayede kurgu biraz düzgün gibi.</span><br />
<span style="color: black;"></span><br />
<span style="color: black;">"Çalınan Ceset" adlı hikayede ise cinayetin nedeni çok klişe. Ama kurgu itibariyle sağlam. Beni rahatsız eden yalnızca şimdiki zamanla (-yor) anlatılmış olması.</span><br />
<span style="color: black;"></span><br />
<span style="color: black;">Beni sonuna kadar yeterince etkilemeyi başaran ilk öykü "Arsadaki Bacak" öyküsüydü. Sonuna kadar herkesin katil olabileceği kanısı size hakim oluyor. Öyle ki kimin öldürüldüğünü de bilmediğiniz ve bu yüzden öldürüleni de bulmanız gerektiği için heyecan da tavan yapıyor. Sorgulama ve inceleme bölümleri de güzel anlatılmış ama sonuna geldiğinizde bir hayal kırıklığına uğruyorsunuz. Sonu bakımından pek hoşlanmadığım bir öykü bu da.</span><br />
<span style="color: black;"></span><br />
<span style="color: black;">"Sevgilim Tiner" öyküsüne bir bakıma sosyal temalı diyebiliriz. Özellikle sonundaki "Bizi kurtardın ama ya öteki arkadaşlarımız?.." sorusu yüzünden bunu söylüyorum. Anlatım ve ayrıntılar bakımından ortalama bir hikaye.</span><br />
<br />
<span style="color: black;">"Altın Ayaklar" öyküsü de bir futbolcunun öldürülmesini konu ediniyor. Pek çok kişi onu öldürebilir. Ama sonunda hiç beklemediğimiz biri öldürüyor. Yazar okuru şaşırtayım derken biraz fazla tesadüfe kaçmış. Galiba bu öykülerin ortak özelliği çok tesadüflere yer verilmesi.<br /><br />Geçmiş zaman kalıbıyla (-dı) anlatılan ilk hikaye "Siyah Taşlı Yüzük" öyküsü. İşte bu yüzden beğendim. Bu öykünün en sevmediğim tarafı ise sonunun çok tesadüfi bir şekilde çözülmesi. Okur öyküyü bitirince "Yok artık" diyor. Ama yazar, bu öykünün ilk paragrafında "Bazı cinayetlerin aydınlanması polisin çabasına değil, siyasi iktidarın tavrına bağlıdır. Elinizde ne kadar ipucu, ne kadar somut kanıt olursa olsun hiçbir yararı olamaz. Çünkü yukarıdan birileri bu işin aydınlanması istemiyordur. Bazen doğrudan söyledikleri de olur ama genellikle her adımda önünüze engeller koyarak sizi yolunuzdan saptırmaya çalışırlar." diyerek başarılı bir tespit sunuyor.<br /><br />"Bir Ölünün Yolculuğu" adlı öykü son derece basit konusu ve kurgusu olan bir öykü. Sonu bizi şaşırtmıyor.<br /><br />"Davulcu Davut'u Kim Öldürdü?" adlı öyküde ise katili bulmak pek zor değil ancak cinayet sebebi sonlara kadar anlaşılmıyor. Sonlara geldiğinizde sezmeye başlıyorsunuz. Güzel ile ortalama arası bir hikaye.<br /><br />"Ölü Bebekler Apartmanı" öyküsünde ise iki olay var. Bunları birbirinden ayıklayabilirsek cinayeti çözmek çok da zor olmuyor. Hikayedeki tek nüans iki olayın birbiri içinde karıştırılması.<br /><br />"Örgüt İşi" adlı hikaye katili bas bas bağırıyor. İşlenen cinayet, daha öykünün ortalarında açığa çıkıyor. Neyse ki kısa bir öykü de insanı fazlaca sıkmıyor.<br /><br />"Tarikat Cinayetleri" ise biraz kanlı-vahşetli bir öykü. Ama yine de kurgu güzel. Yazar okuru bir sahneyle şaşırtmayı başarıyor.<br /><br />Son öykü ise "Yasını Tutacağım" adlı öykü. Diğerlerinden biraz daha etkileyici. Yani okura katil olduğu inandırılmak istenen kişi aleyhinde kanıtlar sürülüyor. Ama bunlar da okuru kandıramıyor. Hikayenin yarısında katilin kim olduğu anlaşılıyor. Ancak yine de hikayenin sonunda açıklanmayan ayrıntılar var. Dikkati başka birinin üstüne çekmek için koyulan sahte kanıtlar olayın sonunda tamamıyla açığa kavuşmuyor.<br /><br />Kısacası; öyküleri pek tatmin edici bulmasam da yaşanan aksaklıkları dile getirdiği için okunabilir diye düşünüyorum. Türkiyedeki sosyal sorunları, hukuktaki tıkanıklıkları, asayişteki problemleri, kenar mahallelerde yaşananları, sokaktaki insanı dile getirdiği için okunabilir.</span>Alican Sadıçhttp://www.blogger.com/profile/08190346611813815421noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-3427975554917585360.post-89878129255078122852010-12-26T19:05:00.008+02:002012-05-12T14:45:27.754+03:00Vukuat Var - Orhan Kemal<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhAFx_l2XZiOE80iPQsfdkxR5ypecFbpwQ8mOw-IcKNbChlPmd7ejyZMjN7RHjOvJrfDFO3iUQOTbqrpyBp7BNvMY1QsX1gWaae59JvUyRI8RveFEjaWeZtGcyT_N3_cvJRDn6uUA6GTphx/s1600/Vukuat+Var.jpg"><img alt="" border="0" id="BLOGGER_PHOTO_ID_5555047197277775506" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhAFx_l2XZiOE80iPQsfdkxR5ypecFbpwQ8mOw-IcKNbChlPmd7ejyZMjN7RHjOvJrfDFO3iUQOTbqrpyBp7BNvMY1QsX1gWaae59JvUyRI8RveFEjaWeZtGcyT_N3_cvJRDn6uUA6GTphx/s200/Vukuat+Var.jpg" style="float: right; height: 243px; margin: 0px 0px 10px 10px; width: 172px;" /></a><strong><span style="color: red; font-size: 130%;">Kitabın Künyesi</span></strong><br />
<strong><span style="color: red;"></span></strong><br />
<strong><span style="color: #3366ff;">Yazarı: <span style="color: black;">Orhan Kemal</span><br />Sayfa Sayısı: <span style="color: black;">415</span><br />Tür: <span style="color: black;">Türk Edebiyatı</span> </span></strong><br />
<span style="color: #3366ff;"><strong>Yayınevi: <span style="color: black;">Epsilon Yayınevi</span><br />ISBN: <span style="color: black;">975-331-696-8</span><br />Baskı Tarihi: <span style="color: black;">Ocak 2005</span><strong><br /><span style="color: #3366ff;"></span></strong>Özgün Dili:</strong></span> <strong><span style="color: black;">Türkçe </span></strong><br />
<strong><span style="color: #3366ff;">Fikrim: </span><span style="color: black;">Hanımın Çiftliği üçlemesinin ilk kitabı olan ve Orhan Kemal'in ustalığını konuşturduğu bu eseri kesinlikle tavsiye ediyorum.</span><br /><br /><span style="color: red; font-size: 130%;">Arka Kapak - Tanıtım Yazısı</span></strong><br />
<strong><span style="color: red; font-size: 130%;"></span></strong><br />
<span style="color: black;">'Vukuat Var', emek-üretim ilişkileri henüz bir çözüme ulaşamamış; güçlünün zayıfı ezdiği; paranın gücü temsil ettiği; küçük insanların çoğunlukla hayal kırıklığına mahkûm olduğu adaletsiz bir dünyada, aşka sığınarak teselli bulmaya çalışan iki gencin hikâyesi. Romanın arka planında Orhan Kemal'in pek çok kitabının başkahramanı olan, üç kuruşa ırgat çalıştırılan pamuk tarlaları, emeğin sömürüldüğü çırçır fabrikaları, kir pas içindeki sokaklara sıralanmış pis, bakımsız evleri ve yakıcı sıcağıyla 1950'lerin Adana'sı var.<br /><br />Dört karısıyla sayısını unuttuğu çocuklarının kazandığı her kuruşa el koyan Cemşir Ağa'nın fabrika işçisi kızı Güllü ile aynı fabrikada işçi olan Fellah Kemal, birbirlerine âşık olur, karşılarına dikilen Engellerle savaşır ve ne yazık ki kaybederler...<br /><br />Ancak Orhan Kemal, her zamanki gibi, satır aralarında, emeğin değerini bulması, kadınların kişilik kazanması ve bireyin eğitiminin bu karanlığı aydınlatacak tek yol olduğunu fısıldamaya devam etmektedir.<br /></span><strong><span style="color: red; font-size: 130%;">Eleştiri Yazısı</span></strong><br />
<br />
<span style="color: black;">Hanımın Çiftliği üçlemesinin ilk kitabı 'Vukuat Var', Güllü'nün Kemal'e olan aşkını anlatıyor. Bunun yanı sıra çırçır işçilerinin acılarını, zengin-fakir uçurumunu, halkçı-demokrat ayrımını yansıtması sebebiyle toplumcu bir eser de sayılabilir.<br /><br />Üçlemenin ilk romanı “Vukuat Var”, karakterleri bakımından oldukça zengindir. Bunu bir inceleme yazarının ağzından dinleyelim: "Debdebeli bir aşiret yaşamından, geleneksel seçkinlikten pamuk tarlalarında çapa işçiliğine ‘elciliğe’ düşmüş, yoksullaşmış, dört karısı ve sayısını unuttuğu çocuklarıyla Cemşir, onun can arkadaşı, akıl hocası, sırdaşı Berber Reşit, büyük toprak sahibi Muzaffer Bey, kâhya Yasin Ağa, Cemşir’in kızı Boşnak Güllü, çırçır fabrikalarındaki kadın ve çocuk işçiler, pragmatist köy imamı Kabak Hafız, kirli bardaklarındaki şarapları, buğulu camları duman altı dükkânlarıyla kebapçılar; Türkler, Araplar, Kürtler, Boşnaklar… Kısaca, Çukurova’nın tarım çarkının bütün dişlileri ve onların hayatları geçer gözümüzün önünden. Orhan Kemal’in onların dünyasıyla olan yakınlığını, tanıdıklığını hissederiz romanda. Topraksız köylülerin ağaların insafına terk edilmişliğini, Demokrat Parti’nin ‘umut’tan umutsuzluğa ve hayal kırıklığına geçişini buluruz. Yoksulların, niteliksiz yığınlar halinde işçilerin, topraksız köylülerin, neden ve nasıl hiçbir bilinci yokken, ağaların ve nitelikli işçilerin (ustaların) bilincinin nasıl oluştuğu, var olduğu yazarın ustalıklı olay örgüsüyle çıkar karşımıza. Büyük toprak sahibi Muzaffer Bey’in CHP’den Demokrat Parti’ye uzanan macerasının hangi tarihsel arka planlar üzerine yükseldiğini, romanın dili ve anlatım imkânlarıyla okuruz. Tam tersine, topraksız köylü Habip’in bilinçten uzak intikam duygusunun, insanı nasıl sonuçlara götüreceğini de gösterir bizlere."<br /><br />Romanda geçen "Biliyün mü?", "At da sağa avrat da." gibi söz öbekleriyle Adana şivesini, Çukurova'daki pamuk tarlalarının anlatılışı muhteşem. Orhan Kemal, çırçır fabrikalarında çalışanların sorunlarını, Adana'daki fakir halk ve zengin ağa arasındaki uçurumu gözler önüne sermede çok başarılı. Teneke mahallesindeki yaşantı ve çarşı-pazar bölümleri son derece yaşanıyormuş gibi verilmiş. Ayrıca 1950'lerin siyasi yaşamının yansımaları da romana yedirilmiş. O yılların "Halkçı" - "Demirkırat" ayrımı verilmekle kalmamış alttan alta bunun bir eleştirisi de yapılmış. Romanın kahramanları o kadar iyi karakterize edilmiş ki Kabak Hafız'ı, Elci Cemşir'i, Berber Reşit'i, Reşit'in kuru karısı ile kişilerin özellikleri son derece canlı. Romanda 1950'li yıllarda yaşayan ve söyleşen bir Adana var. Anlayacağınız, 1950'lerin hayat anlayışına ışık tutan bir eser bu. Şiveli söyleyişleriyle halkın konuştuğu çok sade bir dili kullanan yazar, üçlemenin bu ilk cildinde basit bir aşk hikayesini anlatıyor. Tek hayali Kemal'ine kavuşup ustabaşı karısı olabilmek olan Güllü'nün Kemal'ini kaybedişi okura sunuluyor. Aslında 'Güllü'nün yaşadıklarını hak etmediği' düşüncesi romanın her sayfasında aklımızda yer ediyor. Ancak usta yazar, bu düşüncemizi serinin ikinci kitabıyla kırıyor.<br /><br />Orhan Kemal, Türk romanında “kadın işçi” olgusunu ilk işleyen yazarlardan biri olarak, değişmekte olan toplumsal ilişkilerin niteliğini, geleneksel ilişkilerde var olan bütün acımasız yönleri betimleyerek anlatır. Sömürünün sadece fabrikada patronun, tarlada ağaların tekelinde olmadığını, ucuz kadın ve çocuk emeğinin kullanımında, bizzat geleneksel-feodal aile ilişkilerinin nasıl etkili olduğunu romanın diliyle gözümüzde tekrar canlandırır.<br /><br />Yazar, kişilerin o ikiyüzlülüğünü, çıkarcılığını her fırsatta dile getirmeye çalışmış. Berber Reşit'in, Kabak Hafız'ın ve daha nice kişilerin ikiyüzlülükleri romanda gerçekçi bir biçimde hayat bulmuş.</span><br />
<span style="color: black;">Orhan Kemal'in bu kitaptaki üslubuyla ilgili bir sitede bakın neler söyleniyor: "Orhan Kemal’in diğer romanlarında ve hikâyelerinde göze çarpan bir özelliği burada da karşımıza çıkar: Karakterler, anlatım yerine diyaloglarla (yani onları toplumsal ilişkiler bağlamına oturtarak) okuyucu tarafından karşılıklı konuşmaların ‘dinlenmesiyle’ oluşturulur. Bu, bütün estetik metinlerde olduğu gibi romanda da zorunlu olan ‘tamamlayıcılık’ öğesidir. Fakat karakterlerin ‘konuşturularak’ oluşturulması işinin büyük bölümünün okuyucuya bırakılması, Orhan Kemal’in romanlarında, yazarın hem dilin zenginliğini, hem de farklı toplumsal katmanlardaki kullanılma biçimlerine ve anlamlarına hâkim olmasından kaynaklanan bir ustalıktır. Çünkü bir romancı için dilin bütün esnekliğiyle karakterleri anlatmak, ‘çizmek’ görece farklı bir durumdur ve bir yazar ustalığı istediği kesindir; ama onları konuşturmak ise daha büyük ustalık ister! Çünkü yazar, anlattığı karakterleri, soyutlanmışlıktan toplumsal varlıklar düzeyine canlılık katarak indirirken, o karakterlerin konuşmaya başlamasından itibaren onlara toplumsal bir hayat vermiş olur." Bu münasebetle film seyreder gibi kitap okumuş oluyorsunuz.<br /><br />Romanın bir baskısının arka kapağında da roman için şunlar söyleniyor: "Çukurova'nın zorlu insan ilişkilerini ele alan Hanımın Çiftliği üçlemesinin ilk kitabı olan Vukuat Var, değişen sosyal ilişkilerin insanların yaşamlarını ve bilinçlerini nasıl yönlendirip değiştirdiğini ele alan bir roman. Vukuat Var, toprağını kaybedip yoksullaşan köylülerle gittikçe güçlenen toprak ağaları arasında gerilen ilişkileri ele alırken kadın işçilerin de bu ilişki içinde kimliklerini yeniden oluşturmasına tanıklık ediyor."</span><span style="color: black;"></span><br />
Din adamlarının kötü yaşantısı da Kabak Hafız adı altında sembolize edilmiştir. Burada da döneme bir eleştiri söz konusudur.<br />
<br />
<span style="color: black;">Son olarak yine bir alıntıya yer vermek istiyorum. Romanda, "Değişen dünya koşullarının Türkiye’deki toplumsal yaşamın dinamiklerine nasıl nüfuz ettiğini romanın dünyasından izleriz. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki tarımda makineleşme hamlelerinin, Çukurova’daki tarımın ve sanayiye olan yansımalarının, çok partili siyasal gelişmelerin ilk yıllarındaki kavram kargaşalarının, geleneksel insan ve toprak ilişkilerindeki büyük dönüşümün ilk habercisi olayların geçiş yeri gibidir, “Vukuat Var” romanının dünyası. Öyle ki, Cumhuriyet’in en başından itibaren, CHP’nin (ve “devrimlerin”) Çukurova’daki yılmaz savunucusu, büyük toprak ağası Muzaffer Bey’in bile, gelinen 1950’li yıllardaki hızlı dönüşümlerin etkisiyle, geçmişe olan ‘imanını’ sorgulama gereği duymasına, idealizmi yerine ‘ekonomik akıl’ın galebe çalmasına şahit oluruz."<br /><br />Yazımı tamamlarken eseri okumanız için önerimi bir kez daha yineliyorum. Çünkü 400 sayfalık roman öyle hızlı ilerliyor ki romanın bittiğine inanamıyorsunuz. Su gibi akıp geçiyor. Nitekim yazar dahi romanı yirmi günde yazdığını söylemiş. Zaten bu hızda yazılan bir kitabın sıkıcı olması beklenemez. 1950'li yılların sosyal ve siyasi yapısının Adana coğrafyasındaki yankılarını bir aşk hikayesi eşliğinde okumak istiyorsanız kesinlikle okumalısınız derim ben.</span>Alican Sadıçhttp://www.blogger.com/profile/08190346611813815421noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-3427975554917585360.post-7066996691868947632010-12-26T18:57:00.010+02:002014-09-14T00:14:18.183+03:00Hanımın Çiftliği - Orhan Kemal<a href="http://www.finalpazarlama.com/images/product/9789752894778.jpg"><img alt="" border="0" src="http://www.finalpazarlama.com/images/product/9789752894778.jpg" style="float: right; height: 260px; margin: 0px 0px 10px 10px; width: 189px;" /></a><strong><span style="color: red; font-size: 130%;">Kitabın Künyesi</span></strong><br />
<strong><span style="color: red;"></span></strong><br />
<strong><span style="color: #3366ff;">Yazarı: <span style="color: black;">Orhan Kemal</span><br />Sayfa Sayısı: <span style="color: black;">358</span><br />Tür: <span style="color: black;">Türk Edebiyatı</span> </span></strong><br />
<span style="color: #3366ff;"><strong>Yayınevi: <span style="color: black;">Everest Yayınları</span><br />ISBN: <span style="color: black;">978-975-289-477-8</span><br />Baskı Tarihi: <span style="color: black;">Ekim 2009</span></strong></span><br />
<span style="color: #3366ff;"><strong>Özgün Dili:</strong></span> <strong><span style="color: black;">Türkçe </span></strong><strong><span style="color: black;"><br /></span><span style="color: #3366ff;">Fikrim: </span><span style="color: black;">Hanımın Çiftliği üçlemesinin ikinci kitabı olan Hanımın Çiftliği'ni kesinlikle tavsiye ediyorum.</span><br /><br /><span style="color: red; font-size: 130%;">Arka Kapak - Tanıtım Yazısı</span></strong><br />
<strong><span style="color: red; font-size: 130%;"></span></strong><br />
<span style="color: black;">Büyük romancımız Orhan Kemal'in televizyon dizisi olarak da yoğun bir ilgi uyandıran üçlemesi Hanımın Çiftliği'nin ikinci kitabı olan Hanımın Çiftliği, edebiyat tarihimizin en sevilen romanlarından biri.<br /><br />60'lı yıların sınıfsal çelişkilerinin yetkin bir biçimde ele alındığı bu roman,paranın el değiştirme sürecinde yaşanan sancıları dile getiriyor. İnsanın en soylu duygularından biri olan aşkın soysuzlaştırdığı bir dünyayı anlatan Hanımın Çiftliği, her şeye karşın insanın insanlığına inanan, umut ve aydınlıktan vazgeçmeyen bir yazarın görüşlerini dile getiriyor.<br /><br />Hanımın Çiftliği, büyük yazar Orhan Kemal'in ustalığının doruklarına ulaştığı bir roman.</span><strong><span style="color: red; font-size: 130%;"></span></strong><br />
<div>
<strong><span style="color: red; font-size: 130%;">Eleştiri Yazısı</span></strong><br />
<br />
<span style="color: black;">Eserdeki konu; Vukuat Var'da biten basit aşk hikayesinin devamı. Fakir bir ırgatken büyük bir çiftliğin hanım ağalığına yükselen Güllü’nün maceraları. Ancak bu roman, Adana, çiftlik, ağa, yanaşma, maraba, burjuva, köylü ve daha birçok şeyin can bulduğu romandır. Türk edebiyatının yapıtaşlarındandır. Topraksız köylüler, başlık parası, aşk... Roman bu gibi pek çok konuya değinir. Pek çok çatışmaya ev sahipliği yapar. Ancak tek bir temel çatışma vardır. Köylü ve ağalar arasındaki kulluk-efendilik çatışmasıdır.<br /><br />Güllü tökezleyen bir karakter. Romanı okurken, önceleri küçük olup da sonradan kendiliğinden büyüyen hırslarınına yenik düşen Güllü'ye acısak mı kızsak mı bilemiyoruz. Muzaffer Bey ise kadınları sadece birer tutku ve eğlence aracı olarak görür. İşçiye acımaz. Aylık almışlar mı almamışlar mı önemli değildir. Zaten bu yüzden okuyucu Hanımın Çiftliği'nden Kaçak'a geçiş sırasında acımaz ne Muzaffer Bey'e ne de Güllü'ye.<br /><br />Her yazarın beslendiği bir coğrafya ve toplumsal gerçeklik mutlaka vardır. Hangi estetik gelenek ve etkinlik içerisinde bulunursa bulunsun, yazarın kendi gerçekliğiyle olan teması ya da onu dönüştürerek anlatma ve yansıtma biçiminin ele alınması, sözü edilen toplumsala ait birtakım ipuçları da barındırır. Özellikle Orhan Kemal kendi coğrafyası olan Çukurova'dan çok şeyler almış, eserlerine de bunlardan çok önemli şeyler katmıştır. Dönem özellikleri, toplum yaşantısı, yazarın özyaşam öyküsü, toprak ilişkileri, değişen ekonomik-tolumsal işleyiş, politik gelişmeler, köy hayatı ve dönemsel siyasi ve sosyal çatışmalar, Orhan Kemal'in romanında çokça yer alır. Özellikle de Orhan Kemal’in Çukurova’daki toplumsal ilişkileri anlattığı üçlemesinin de böyle bilgiler çıkarmak için zengin karakter ve olaylar barındırdığı söylenebilir.<br /><br />Bir internet sitesinde Orhan Kemal'in Çukurova'yı anlatışındaki ustalık şöyle belirtilmiş: "Türk Edebiyatında, Çukurova pek çok yazar tarafından işlendi. Ama Orhan Kemal’in anlattığı Çukurova, sadece geleneksel tarım işçiliği ve büyük toprak sahipliğiyle sınırlı değildir. Ve Çukurova’daki köyün romanı da değildir. Onun anlattığı makineleşme/modernleşme çabalarına paralel, bütün geleneksel ilişkilerin ve egemen yapıların çözülmesi ve dönüşmesidir. Köylülerin bir şekilde tarımdaki geleneksel sömürüyle birlikte, tarıma dayanan sanayide de aynı ilişkilerin ağına düşmesidir; fakat fark, bireyleşmenin nitelikli işgücüyle başlaması ve giderek oluşmaya başlayan bir bilincin akışıdır. Sadece erkeklerin değil, daha güçlü ve acımasız biçimde kadınların ve çocukların sanayide ucuz işgücü olarak kullanılmasının da başlangıcını oluşturur. Süreç, toplumsal değişmelerin diyalektik zorunlu sonucu olarak kendi koşullarıyla biçimlenen bir birey olma ve yarı-bilincin de ortaya çıkması sürecidir."<br /><br />Bu roman, teneke mahallesi ile ağanın çiftliği arasındaki farkı koymada son derece önemlidir. 'Vukuat Var' romanı, Hanımın Çiftliği'nde devam eden Güllü'nün hayatının bir başlangıcı iken, 'Hanımın Çiftliği' romanı, Kaçak'ta devam eden Habip'in öyküsünün bir başlangıcını teşkil eder ve Kaçak'ta zirve yapacak olan dönemin siyasi eleştirisinin bir başlangıcıdır.<br /><br />İlk romanda acıdığımız Güllü'ye romanın sonlarında nefrete yakın bir duygu hissediyoruz. Çaresizlik yüzünden çiftliğe gitmeyi kabul eden Güllü'nün hırslarına yenilip Serap olma öyküsüdür aslında bu roman. Onu sürekli döven babasıyla babasının arkadaşı ve akıl hocası Berber Reşit'ten bir nevi intikam alma isteğiydi onu buna yönelten. Ama romanın sonunda yaşanılanlar kötülerin cezalandırılması olarak da nitelendirilebilir.<br /><br />Orhan Kemal'in yazılarındaki özelliklerinden biri de şu ki roman akışı içinde birden karakterin duygularını karakterin ağzından anlatmaya geçer. Bu romanda da daha ilk sayfadan bunu hissediyoruz. Muzaffer Ağa'nın metresi Gülizar'ın, Güllü'nün çiftliğe gelmesine içerleyişi etkili bir biçimde anlatılmış.<br /><br />Bu romanda da işçi-ağa arasındaki ayrım dile getirilmiş ancak bunun yanında dönemin zengin muhitinin sosyal yaşamı, çiftlik atmosferi ile birlikte verilmiş. Vukuat Var'da teneke mahallesinin anlatımı ağır basarken, Hanımın Çiftliği'nde zengin hayatının anlatımı daha ağır basmış.<br /><br />İnsanların ikiyüzlülüğü de bu kitapta da ele alınan konulardan birisi. Kızını döven Cemşir ile arkadaşı Berber Reşit'in hareketlerinin, Güllü, 'hanım' olunca farklılaşması da gözler önüne serilmek istenmiş.<br /><br />Son olarak da romandaki dilden bahsetmek istiyorum. Kitapta, Adana şivesiyle, Adana'ya has söz öbekleriyle, yöreye özgü tarım terimleriyle süslenmiş bir konuşma dili kullanılmış, Orhan Kemal'in usta üslubunaysa diyecek yok.<br /><br />Serinin ikinci kitabını da kesinlikle tavsiye ediyorum. Siyasi, sosyal, ekonomik yapıyı da harmanlayan bu eser, dönemi anlamanız açısından eğlenceli bir kaynak olacak.</span></div>
Alican Sadıçhttp://www.blogger.com/profile/08190346611813815421noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-3427975554917585360.post-79573521064966813562010-12-26T18:44:00.009+02:002015-04-03T15:01:49.487+03:00Kaçak - Orhan Kemal<a href="http://www.orhankemal.org/images/books/epsilon/Kacak.jpg"><img alt="" border="0" src="http://www.orhankemal.org/images/books/epsilon/Kacak.jpg" style="float: right; height: 262px; margin: 0px 0px 10px 10px; width: 188px;" /></a><strong><span style="color: red; font-size: 130%;">Kitabın Künyesi</span></strong><br />
<strong><span style="color: red;"></span></strong><br />
<strong><span style="color: #3366ff;">Yazarı: <span style="color: black;">Orhan Kemal</span><br />Sayfa Sayısı: <span style="color: black;">231</span><br />Tür: <span style="color: black;">Türk Edebiyatı</span> </span></strong><br />
<span style="color: #3366ff;"><strong>Yayınevi: <span style="color: black;">Epsilon Yayıncılık</span><br />ISBN: <span style="color: black;">975-331-831-6</span><br />Baskı Tarihi: <span style="color: black;">Şubat 2006</span></strong></span><br />
<span style="color: #3366ff;"><strong>Özgün Dili:</strong></span> <strong><span style="color: black;">Türkçe </span></strong><br />
<strong><span style="color: #3366ff;">Fikrim: </span><span style="color: black;">Hanımın Çiftliği üçlemesinin son kitabı olan Kaçak'ı kesinlikle tavsiye ediyorum. Serinin devamı olmasına rağmen seriden ayrılan, kendi başına bir roman bu.</span><br /><br /><span style="color: red; font-size: 130%;">Arka Kapak - Tanıtım Yazısı</span></strong><br />
<strong><span style="color: red; font-size: 130%;"></span></strong><br />
<span style="color: black;">On yıldır ekip biçtiği sahipsiz toprakları ele geçirmenin yolunu bulan, toprak ağasını öldürürse, topraklarına el koyabileceği umuduna kapılan Habip, cinayeti işledikten sonra ağanın tüm mülkünün varislerine aktarılacağını öğrenince, çiftliği yakarak kaçar. Kanundan saklanabilmek için bir köye, yedi yıldır tek başına çocuğunu büyütmeye çalışan bir kadının yanına sığınır.<br />İki yalnız ve çaresiz insan arasında büyük bir sevgi doğar. Hacer'e duyduğu aşk Habip'i yumuşatır, duygularını inceltir; şiddete başvurarak, yağma yaparak haksızlığa karşı çıkılamayacağını; savaşmanın başka yollarının da olduğunu anlamasını sağlar.<br /><br />Orhan Kemal son romanı olan Kaçak'ta, topraksız köylünün çaresizliğini ve yalnızlığını anlatırken bile, sevginin umudu yeşerten iyileştirici gücünü öne çıkarıyor.</span><br />
<span style="color: black;"><br /></span><strong><span style="color: red; font-size: 130%;">Eleştiri Yazısı</span></strong><br />
<br />
<span style="color: black;">Serinin devam kitabı olmasına rağmen Kaçak, başlı başına kült bir roman. Dönemin sosyal ve siyasi eleştirisi bu eserde diğer ikisine göre tavan yapmış diyebiliriz. Yani, her ne kadar serinin devam kitabı olsa da başlı başına serideki kitaplardan ayrı bir kitap olma özelliğine de sahip.<br /><br />Yazar, 1950 sonrasındaki siyasi yaşantıdan kaynaklanan ayrışmayı çok güzel yansıtmış. Halk içindeki "O muhalif.", "O DP'li" ayrımını, yine halkın konuşmalarıyla bize sunmuş ve aslında Vukuat Var'da başlayıp ikinci kitap Hanımın Çiftliği'nde devam eden bir tenkiti Kaçak'ta zirveye taşımış.<br /><br />Dönemin sosyal yaşamını da çok iyi betimlenmiş. Örneğin; dönemin eğlencesi sinemaların reklamcılarının sokaklarda dolaşmaları, çocukların oynayışları, köy kahvelerindeki yaşantı çok canlı tasvir edilmiş.<br /><br />Hanımın Çiftliği hikayesi belli ölçüde devam etse de, Orhan Kemal'in akıcı üslubuyla, kocası tarafından terk edimiş, çocuğuyla yapayalnız kalmış bir kadının öyküsünü de öğrenmekteyiz. Romanda çaresizlik/kimsesizlik duyguları da çok güzel işlenmiş. Orhan Kemal, topraksız kalan köylünün intikam duygularının yol açabileceği olayları anlatmaya Hanımın Çiftliği'nde başlayıp Kaçak'ta devam etmiş ama Kaçak, ana tema itibariyle Hanımın Çiftliği'nden farklı.<br /><br />Romanın baş kahramanlarından Hacer'in çocukluğu ve gençliğindeki yaşantısına üzülürken kocasının da onu terk edişini okuyunca daha da içleniyoruz. Bir çocuğun babasını hiç görmemesinden kaynaklanan umutsuzluğu, bir gün gelen yabancının babası olduğuna inanması ve o andaki sevinci okunmaya değer. Başka çocuklarda olanlara hep imrenmiş, başkasının üç tekerlekli bisikletlerine binerek büyümüş çocuğun, babası gelince ona da bisiklet alacağına inancı ne kadar güçlü anlatılmış.<br /><br />Eser, zorla hiçbir şey yapılamayacağı duygusunu da yansıtmayı başarıyor. Ağasını öldüren, çiftliğin yakılmasına önayak olan ve çiftliğin hanımını da tam öldürmek üzereyken çocuğuna bağışlayan yâni bir şeyleri hep zor kullanarak yapmaya çalışan Habip'in değişimine, sevgiyle yoğruluşuna tanık olacaksınız.<br /><br />Kitabın içinde ders verici özlü söz niteliğinde sözler var. Mesela "Her haklı hakkını haksızdan almak için öldürürmeye kalkışsa, dünyada adam kalmaz!" sözü Habip'in pişmanlıkla karışık hata yapmışlık duygusunu okura vermesi açısından son derece başarılıdır.<br /><br />Kitap, 1970 yılında yazarın ölümünden üç ay önce çıkmıştır. Orhan Kemal, son kitabı olan Kaçak'ta iyileri ödüllerindirip kötüleri cezalandırarak romantik bir çizgi yakalamıştır. Adam öldürmüş olsa dahi Habip iyi karakter, Topal Duran kötü karakter olarak nitelendirilmiş ve romanın sonuna doğru yaşanan bir olaydan dolayı Duran konuşacak adam dahi bulamaz duruma gelmiştir. Son on sayfaya geldiğimizde romanın artık böyle biteceğine kesin gözüyle bakıyorsunuz ama beş sayfa daha ilerlediğinizde kötülerin bir hamleyle kazandığını düşünüyorsunuz ancak son sayfada işlerin öyle olmadığını yine iyilerin kazandığını görüyorsunuz. Yani usta yazar ölmeden üç ay önce yazdığı son kitabında da okuru son dakikaya kadar canlı tutmayı, şaşırtmayı başarıyor. Vukuat Var'da kötüyü simgeleyenler kazanırken son kitap Kaçak'ta bunun rövanşı alınıyor.<br /><br />Kısaca üç kitabı toparlayacak olursak, “Vukuat Var”, devamı olan “Hanımın Çiftliği” ve “Kaçak”la birlikte, Çukurova’daki bir dönemin, İkinci Dünya Savaşı sonrasına denk gelen toplumsal değişimin ve dönüşümün belli bir kesitinin romanları olduğunu söyleyebiliriz. Bu eserlerde Orhan Kemal’in zengin dil ve karakter dünyası, okuyucuya çok çarpıcı bir eleştirel-gerçekçi roman dünyası sunar. </span>Alican Sadıçhttp://www.blogger.com/profile/08190346611813815421noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-3427975554917585360.post-62658629596754668042010-12-16T17:46:00.007+02:002012-05-12T21:10:06.357+03:00Zeliş & Tütün Zamanı:1 - Necati Cumalı<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhgpg58YZxXYHBA3vfULSj_s366j3CvPdi3npeZOjrxiKieN5-iKbe0wayADUiV58syaGJa3iArdAm08BDDAtdnVs_VYKd43CvBlmlxUH5_MpZdTvJ20KZUu_b2vi0l-ekXL31miXiZjP3b/s1600/Zeli%25C5%259F+-+Necati+Cumal%25C4%25B1.jpg"><img alt="" border="0" id="BLOGGER_PHOTO_ID_5551307943532279970" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhgpg58YZxXYHBA3vfULSj_s366j3CvPdi3npeZOjrxiKieN5-iKbe0wayADUiV58syaGJa3iArdAm08BDDAtdnVs_VYKd43CvBlmlxUH5_MpZdTvJ20KZUu_b2vi0l-ekXL31miXiZjP3b/s200/Zeli%25C5%259F+-+Necati+Cumal%25C4%25B1.jpg" style="float: right; height: 261px; margin: 0px 0px 10px 10px; width: 189px;" /></a><strong><span style="color: red; font-size: 130%;">Kitabın Künyesi</span></strong><br />
<strong><span style="color: red;"></span></strong><br />
<strong><span style="color: #3366ff;">Yazarı: <span style="color: black;">Necati Cumalı</span><br />Sayfa Sayısı: <span style="color: black;">255</span><br />Tür: <span style="color: black;">Türk Edebiyatı</span> </span></strong><br />
<strong><span style="color: #3366ff;">Yayınevi: <span style="color: black;">Cumhuriyet Kitapları</span><br />ISBN: <span style="color: black;">975-7720-61-5</span><br />Baskı Tarihi: </span><span style="color: black;">Şubat 2006</span></strong><br />
<strong><span style="color: #3366ff;">Özgün Dili:</span> <span style="color: black;">Türkçe</span></strong><br />
<strong><span style="color: #3366ff;">Fikrim: </span><span style="color: black;">Urlalı</span></strong> <strong><span style="color: black;">tütün işçilerinin acılarını, Zeliha adlı bir kızın aşkıyla birlikte veren bu romanı okumanızı öneririm.</span><br /><br /><span style="color: red; font-size: 130%;">Arka Kapak - Tanıtım Yazısı</span></strong><br />
<strong><span style="color: red; font-size: 130%;"></span></strong><br />
<span style="color: black;">Ertesi sabah tütün kırmaya çıktıkları zaman Zeliş, karşı tarlada Cemal'in tütün kırdığını gördü. Kilizma'ya gitmediğini anladı. Aklına delice bir fikir takıldı. Cemal'e sormak istiyordu: Evlenirlerse, anası, babası, kardeşlerini bırakır mıydı, yoksa bırakmaz mıydı?...</span><br />
<br />
<strong><span style="color: red; font-size: 130%;">Eleştiri Yazısı</span></strong><br />
<br />
Necati Cumalı, "Tütün Zamanı" genel adı altında düşündüğü üçlemesinin ilk romanı olan "Zeliş"te bir aşk öyküsünü eksen alarak tütün ekicilerinin yaşayışlarını yansıtıyor. Aşkını, ailesine ve çevresine karşı cesaretle savunan Zeliş ve sevgilisi Cemal, aşkları için olağanüstü bir mücadele verirler. Zeliş romanının en güçlü teması “aşk”tır. Roman, aşkı elde edebilmek için uzun, çileli bir yolculuk yapmak gerektiğini, aşkın her türlü zorluğun üstesinden gelebilecek güçlü bir duygu olduğunu gösterir. Aşkın onca kahrına, çilesine rağmen yaşanmaya değer, güzel, tutkulu, heyecanlı, insanı mutlu eden bir duygu olduğunu anlatır. <br />
<br />
Necati Cumalı, yoksul, unutulmuş insanlar arasında da birtakım güzelliklerin, güçlü duyguların, heyecanların, aşkların yaşandığını göstermeyi amaçlamıştır. Aslında, "İnsanlar yoksul olabilirler, çaresiz olabilirler, cahil olabilirler; fakat konu aşk olduğunda bu zayıf insanlar bir kaplan kesilirler." demek istemiştir.<br />
<br />
Ben, bu romanı "Yüz Temel Eser" içinde olması sebebiyle okudum. Ancak iyi ki de okumuşum. Roman günümüz aşk romanları gibi yalnızca aşkı anlatıp bırakmıyor, dönemin sosyal, ekonomik, siyasi yapısını da gözler önüne seriyor. Çardak yaşamını da okuyucuya başarılı bir şekilde sunuyor.<br />
<br />
Necati Cumalı, yine bu romanında 1950’li yıllarda, İzmir’in küçük bir ilçesi olan Urla’da, halkın karın tokluğuna verdiği yaşam mücadelesini, tütün tarlalarında, zeytinliklerde çalışan işçilerin yoksulluğunu, çektiği sıkıntıları, yaşayış biçimlerini, eğlencelerini, aşklarını başarılı bir şekilde yansıtmıştır. Eser bu bağlamda bakıldığında toplumsal sorunlara eğilen realist bir eserdir.<br />
<br />
Romanda aşkın dışında işlenen diğer bir tema “yoksulluk”tur. Yazar da, Urla’da çiftçilik yapan bir ailenin çocuğu olduğu için bu insanların çektiği sıkıntıları bizzat yaşamış, yakından gözlemleme imkanı bulmuştur. Bu nedenle, Zeliş romanında yoksul bir ilçe olan Urla’nın 1950’li yıllardaki durumunu, halkın verdiği geçim mücadelesini, açlığı, perişanlığı gözler önüne serer.<br />
<br />
Romanda göze çarpan diğer bir tema ise “cahillik”tir. Bu durum, imgelerle anlatılır. Örneğin; Cemal ve Zeliş'in mektuplarını bulan annesi, okuma yazma bilmediği için yalnızca kalp ve çiçek resimlerine bakarak bunların aşk mektubu olduğunu anlar. Necati Cumalı, basit bir mektup örneğiyle 1950’li yıllarda insanımızın eğitim düzeyinin ne kadar düşük olduğuna dikkat çeker. Cahilliğin bir başka boyutu da büyüye inanmadır. Zeliş'in annesi kızını Cemal'den ayırmak için büyü yaptırmaktadır. Bu da cahillik teması kapsamında ele alınan bir konudur.<br />
<br />
Roman, dil ve anlatım yönüyle incelendiğinde de oldukça anlaşılır ve çok sade olduğu görülür. Bu da toplumcu - gerçekçi yazarların "halkı halka halkın diliyle anlatma" amaçlarının bir göstergesidir.<br />
<br />
Bazı bölümlerde çok rahatsız edici olmasa da yazarın kendi ağzından, ve öyküyle ilgisiz konularda kitaba girmiş olması akışı bozmuştu. Mesela yazar, Zeliş'in babasının kızını kaçıranları şikayet etmek için yazdırdığı dilekçenin anlamsızlığını belirtirken, halkımızın aslında ne anlamsız şeylere edebiyat gözüyle baktığına da sitem etmiş. Buradan yazarın halka kendi fikirlerini yansıtmayı amaçladığı ya da Tanzimat Edebiyatı Döneminden kalma bir tavır takındığı söylenebilir.<br />
<br />
Romanla ilgili başka bir olumsuz eleştiri de romanda bölümler arası kopukluklar olmasıdır. Türk Edebiyatı'nın bu usta yazarının ustalığını kanıtladığı bir roman değil bana göre.<br />
<br />
Son olarak şahsi fikrimi belirtmem gerekirse roman, üslup bakımından Orhan Kemal'in uslubuna benzemekte, aynı zamanda her iki yazarın da anlattıkları coğrafyalar farklı olsa da zaman dilimleri aynı olduğu için siyasi ve sosyal olaylar da benzerlik göstermektedir.Alican Sadıçhttp://www.blogger.com/profile/08190346611813815421noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-3427975554917585360.post-50870038697790439862010-11-18T00:17:00.006+02:002012-05-12T16:30:38.245+03:00Kürk Mantolu Madonna - Sabahattin Ali<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgq-qAAH8VpYGfdJP-5GiVjCTS0E78mS2fnyaaIVd5bKekfOA-Qr0e8r7tk_jP9OIp2E0LmYaACL67-Oaihvdi2yrdLWCCuMZYHqAsSMAEB-YXVKwLrEKQYOXv9R9BQ6iGM3BY46bEQ22Q/s1600/9789753638029.jpg"><img alt="" border="0" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgq-qAAH8VpYGfdJP-5GiVjCTS0E78mS2fnyaaIVd5bKekfOA-Qr0e8r7tk_jP9OIp2E0LmYaACL67-Oaihvdi2yrdLWCCuMZYHqAsSMAEB-YXVKwLrEKQYOXv9R9BQ6iGM3BY46bEQ22Q/s1600/9789753638029.jpg" style="float: right; height: 289px; margin: 0px 0px 10px 10px; width: 192px;" /></a><strong><span style="color: red; font-size: 130%;">Kitabın Künyesi</span></strong><br />
<strong><span style="color: red;"></span></strong><br />
<strong><span style="color: #3366ff;">Yazarı: </span><span style="color: black;">Sabahattin Ali</span></strong><br />
<strong><span style="color: #3366ff;">Sayfa Sayıs</span></strong><strong><span style="color: #3366ff;">ı: </span><span style="color: black;">160</span></strong><br />
<strong><span style="color: #3366ff;">Tür: <span style="color: black;">Türk Edebiyatı </span></span></strong><br />
<span style="color: #3366ff;"><strong>Yayınevi: <span style="color: black;">Yapı Kredi Yayınları</span><br />ISBN: <span style="color: black;">978-975-363-802-7</span><br />Baskı Tarihi: <span style="color: black;">2008</span></strong></span><br />
<strong><span style="color: #3366ff;">Özgün Dili:</span><span style="color: black;"> Türkçe </span></strong><strong><br /><span style="color: #3366ff;">Fikrim: </span><span style="color: black;">Sabahattin Ali'nin okuduğum ilk eseri. Ama 'muhteşem bir başlangıç' diye düşünüyorum. Eserde baştan sona kadar bir tek bölüm bile olmadığı halde hiç sıkılmadan okuyorsunuz. Yazar bölümsüz yazdığı eserinde bağlantıları kusursuzca kurarak usta olduğunu kanıtlıyor. İlk ağızdan anlatılan psikolojik bir roman gibi olan bu eseri mutlaka okuyun.</span></strong><br />
<br />
<strong><span style="color: red; font-size: 130%;">Arka Kapak - Tanıtım Yazısı</span></strong><br />
<strong><span style="color: red; font-size: 130%;"></span></strong><br />
<span style="color: black;">'Her gün, daima öğleden sonra oraya gidiyor, koridorlardaki resimlere bakıyormuş gibi ağır ağır, fakat büyük bir sabırsızlıkla asıl hedefine varmak isteyen adımlarımı zorla zapt ederek geziniyor, rastgele gözüme çarpmış gibi önünde durduğum Kürk Mantolu Madonna'yı seyre dalıyor, ta kapılar kapanıncaya kadar orada bekliyordum.'</span><br />
<span style="color: black;"></span><br />
<span style="color: black;">Kimi tutkular rehberimiz olur yaşam boyunca. Kollarıyla bizi sarar. Sorgulamadan peşlerinden gideriz ve hiç pişman olmayacağımızı biliriz. </span><br />
<span style="color: black;"></span><br />
<span style="color: black;">Yapıtlarında insanların görünmeyen yüzlerini ortaya çıkaran Sabahattin Ali, bu kitabında güçlü bir tutkunun resmini çiziyor. Düzenin sildiği kişiliklere, yaşamın uçuculuğuna ve aşkın olanaksızlığına (?) dair, yanıtlanması zor sorular soruyor.</span><br />
<span style="color: black;"><br /></span><strong><span style="color: red;"><span style="font-size: 130%;">Eleştiri Yazısı</span></span></strong><br />
<br />
<span style="color: black;">Kısaca tanımlamak gerekirse; Sabahattin Ali'nin insan psikolojisi ve davranışlarını çözdüğünü gözler önüne seren romanı ya da Sabahattin Ali'nin kendi deyimiyle uzun hikayesi (novella). Toplumcu bir yazarın elinden çıkan bireyi konu edinen etkileyici bir roman...<br /><br />Eserde ana karakter olan Raif Efendi'nin kendi halinde keskin sükunetinin ardında gizlediği hayatını ve sevdiği kadına, kendi tabiriyle Kürk Mantolu Madonna'sına ulaşmak için verdiği tutkulu mücadele anlatılıyor. Eşsiz anlatım, ruha dokunuş, kaybediş, umutsuzluk...<br /><br />Roman, Dünya Klasiklerine girecek kadar güzel bir dille yazılmış, bugüne değin değeri yeteri kadar anlaşılamamış harikulade bir eser. Eğer daha önce bu kitabı okumamışsanız, edebiyatımızın bu benzersiz romanınından habersiz geçen günlerinize yanın ... Romanın içinde o kadar güzel psikolojik tahliller var ki, bir insanın iç dünyası kelimelere dökülmemiş, adeta resmedilmiş. Maria ile Raif’in sıra dışı aşkını anlatan bu romanın hemen hemen her satırında derin anlamlar var …<br /><br />Sayfalarında hayata dair her şeyi barındıran ve okurun bakış açısını değiştirecek bir kitap. Okurken ve bittiğinde hissedilen duyguyu anlatmak çok zor ama son sayfayı okuyup kitabı kapattıktan sonra bir müddet öylece kalakalıyor insan! </span><br />
<div>
<span style="color: black;"></span></div>
<div>
<span style="color: black;">Raif Efendi'nin çevresindeki herkese boyun eğmiş olmasına, dış dünyaya karşı tepkisizliğine kızarken ruhunun derinliklerinde sakladığı muazzam aşka hayran kalacaksınız.<br /><br />Romanın başında, iş arkadaşının günlüğünden okuduğumuz kadar tanıdığımız Raif Efendi'yi, kendi defterini okumaya başladığımızda hiç tanımadımızı fark ediyoruz. Aslında tanımadığımızı değil, onun kendini insanlara tanıtmamaya ant içtiğini görüyoruz. Yalnızca derdini, sırrını, üzüntülerini bir defaya mahsus açtığı bir defteri olduğunu öğrendikten ve onu okuduktan sonra asıl Raif Efendi'yi anlıyor daha doğrusu anlamaya başlıyoruz. Aslında herkesin içinde bir Raif olduğunu görmesini sağlıyor bu roman.<br /><br />Kitabı hakkını vererek okuyacak olursanız içinde felsefi düşüncelerden psikolojik tahlillere, yazıldığı dönemin edebiyat geleneğinden kusursuz çevre tasvirlerine kadar bizi birçok yönden tatmin edecek bölümler bulunmakta.<br /><br />Şahsen ben kitabı okurken sıkıldığım bir an bile olmadı. Aksine işlerimi çabucak bitirip de okumak için fırsat kolladığım kitaplardan biriydi Kürk Mantolu Madonna.<br /><br />Kitabı okurken Raif Efendi'nin yalnızlığına mı, çevresindeki insanların ikiyüzlülüğüne mi, aşkına bir türlü karşılık bulamamasına mı yoksa yaşadığı ikilemlere, çıkmazlara, duygu dünyasındaki buhranlara mı üzüleceğinizi bilemiyorsunuz.<br /><br />Kitaptan çok beğendiğim alıntılardan birine de yer vermek istiyorum ki kitabın ne derece etkileyici olduğunu bir parça da olsa anlayın. '... bu halimizle hepimiz acınmaya layıkız; ama kendi kendimize acımalıyız... başkasına merhamet etmek, ondan daha kuvvetli olduğunu zannetmektir ki, ne kendimizi bu kadar büyük, ne de başkalarını bizden daha zavallı görmeye hakkımız yoktur...'<br /><br />Açık söylemek gerekirse ben aşk romanlarından pek hoşlanmam ancak bu romana bayıldım. Vıcık vıcık aşk romanlarıyla arasında büyükçe bir seviye farkı var, üslup farkı var. Raif Efendi'nin tarifsiz aşkını anlatırken Raif Efendiye kendi iç dünyasında kopan fırtınaları da anlattırmış. Fırtınaları anlattırıken Sabahattin Ali, ciddi ruhsal çözümlemeler de yapmış. Böyle olunca tabi ki eşsiz bir aşk romanı çıkmış ortaya...<br /><br />Kitabın giriş bölümünde Füsun Akatlı, yazarın hayatıyla ilgili çarpıcı ayrıntıları barındıran bir önsöz yazmış. Kitaba başlamadan önce onu okumanızı tavsiye ederim. Onu okuyunca göreceksiniz ki Sabahattin Ali, Edebiyat dünyasında birçok yazar, eleştirmen ve okuyucu tarafından ayrı bir yere sahiptir ve hep öyle kalacaktır.<br /><br />Kitaptan, Raif Efendinin defterinden, bir alıntıyla yazımı bitirmek istiyorum. Bu cümleden dahi Raif Efendinin içindeki fark edilme arzusunu sezebilenler kitaptan büyük zevk alacaklardır diye düşünüyorum.<br />"İnsanlar birbirlerini tanımanın ne kadar güç olduğunu bildikleri için bu zahmetli işe teşebbüs etmektense, körler gibi rastgele dolaşmayı ve ancak çarpıştıkça birbirlerinin mevcudiyetinden haberdar olmayı tercih ediyorlar." </span><span style="color: black;"></span></div>Alican Sadıçhttp://www.blogger.com/profile/08190346611813815421noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-3427975554917585360.post-58116776502602061122010-10-07T18:58:00.007+03:002012-05-13T14:34:53.324+03:00Nietzsche Ağladığında - Irvin D. Yalom<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgos3TDXPUjizC-RHFda0G9vSM3U-h7Aw0rwfNYWLzlxLEaQUqE8WYojGPWNkKuZH6pUCbzHu0m6fpNllAHO4_AMlx1osfToaOi6Jy-ZMHcOQAk9DiRlnRzskB2tctj45CA3XrlIu8EQHRW/s1600/nietzsche_agladiginda.jpg"><img alt="" border="0" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgos3TDXPUjizC-RHFda0G9vSM3U-h7Aw0rwfNYWLzlxLEaQUqE8WYojGPWNkKuZH6pUCbzHu0m6fpNllAHO4_AMlx1osfToaOi6Jy-ZMHcOQAk9DiRlnRzskB2tctj45CA3XrlIu8EQHRW/s1600/nietzsche_agladiginda.jpg" style="float: right; height: 276px; margin: 0px 0px 10px 10px; width: 196px;" /></a><strong><span style="color: red; font-size: 130%;">Kitabın Künyesi</span></strong><br />
<strong><span style="color: red;"></span></strong><br />
<strong><span style="color: #3366ff;">Yazarı: <span style="color: black;">Irvin D. Yalom</span></span></strong><br />
<strong><span style="color: #3366ff;">Orijinal Adı: <span style="color: black;">When Nietzsche Wept</span><span style="color: black;"> </span><br />Çeviren: <span style="color: black;">Aysun Babacan</span><br />Sayfa Sayısı: <span style="color: black;">374</span></span></strong><br />
<strong><span style="color: #3366ff;">Tür: <span style="color: black;">Dünya Edebiyatı</span></span></strong><br />
<strong><span style="color: #3366ff;">Yayınevi: <span style="color: black;">Ayrıntı Yayınları</span><br />ISBN: <span style="color: black;">975-539-146-0</span><br />Baskı Tarihi:</span><span style="color: black;"> 2008</span></strong><br />
<strong><span style="color: #3366ff;">Özgün Dili:</span> <span style="color: black;">İngilizce</span><br /><span style="color: #3366ff;">Fikrim: </span><span style="color: black;">Edebiyatla da düşünülebileceğini gösteren muhteşem bir eser. Zaman zaman kavramların anlamını yitirdiğini görüp bu kitap ışığında kendinizi sorguladığınızı hissedeceksiniz. Mutlaka okunması gereken eserler arasında... </span></strong><br />
<br />
<strong><span style="color: red; font-size: 130%;">Arka Kapak - Tanıtım Yazısı</span></strong><br />
<strong><span style="color: red; font-size: 130%;"></span></strong><br />
Yoğun ve sürükleyici olan yeni bir düşünce romanı sunuyoruz: Nietzsche Ağladığında. Edebiyatla da düşünülebileceğini gösteren müthiş bir örnek...<br />
<br />
<span style="color: black;">Sahne<br />Psikanalizin doğumu arifesindeki 19.yüzyıl Viyana'sı. Entelektüel ortamlar. Hava soğuk.</span><br />
<span style="color: black;">Aktörler</span><span style="color: black;"><br />Nietzche: Henüz iki kitabı yayımlanmış, kimsenin tanımadığı bir filozof. Yalnızlığı seçmiş. Acılarıyla barışmış. İhaneti tatmış. Tek sahip olduğu şey, valizi ve kafasında tasarladığı kitaplar. Karısı, toplumsal görevleri ve vatanı yok. İnzivayı seviyor. Tanrıyı öldürmüş. 'Ümit kötülüklerin en kötüsüdür, çünkü işkenceyi uzatır,' diyor. Daha sonra 'kendi alevlerinizde yanmaya hazır olmalısınız: Önce kül olmadan kendinizi nasıl yenileyebilirsiniz?' diyecek. Ümitsiz.<br />Breuer: Efsanevi bir teşhis dehası. Ümitsizlerin kapısını çaldığı doktor. Psikanalizin ilk kurucularından. Kırkında, bütün Avrupalı sanatçı ve düşünürlerin doktoru olmayı başarmış. Güzel bir karısı ve beş çocuğu var. Zengin. Saygın. Hayatı boyunca 'ama' pozisyonunda yaşamış biri.<br />Freud: Breuer'in arkadaşı. Henüz genç. Geleceği parlak. Şimdi yoksul.<br />Salomé: Erkeklerin başını döndüren kadın. Çekici. Özgür. Evliliğe inanmıyor. Bazen aynı anda birçok erkekle beraber oluyor. Sanatçıları ve düşünürleri tercih ediyor. Kırbacı var. </span><br />
<span style="color: black;"><br />Konu<br />Ümitsizlik.<br /><br />Bir gün, erkeklerin başını döndüren kadın Salomé, Nietzsche'den habersiz Breuer'e gelir. 'Avrupa'nın kültürel geleceği tehlikede, Nietzsche ümitsiz. Ona yardım edin,' der. Breuer Salomé'yi tekrar görebilmek umuduyla 'peki' der.<br />Ve varoluşun kader, inanç, hakikat, huzur, mutluluk, acı, özgürlük, irade... ve neden, nasıl gibi en önemli duraklarından geçen bir yolculuk başlar...<br /><br />Kendisiyle ve hayatla yüz yüze gelmekten çekinmeyenlere...</span><br />
<br />
<strong><span style="color: red;"><span style="font-size: 130%;">Eleştiri Yazısı</span></span></strong><br />
<strong><span style="color: red; font-size: 130%;"></span></strong><br />
<span style="color: black;">"Alman felsefesi tehlikede. Nietzsche intihar etmek üzere. Doktor Breuer, onu ümitsizliğinden kurtarın..."</span><br />
<span style="color: black;">Lou Salomé, kararlılıkla söylediği bu sözleriyle Breuer'i 'Tamam' demek zorunda bırakır. Ancak Breuer'in işi çok zordur. Çünkü Nietzsche'nin migrenini tedavi eder gibi görünürken aslında onu ümitsizlikten kurtarması gerekmektedir. İşte bu, romanın başlangıcıdır. Sonrasında Breuer, Nietzsche'nin iç dünyasına girmekle uğraşsa da Nietzsche buna izin vermez ve Nietzsche tam Viyana'dan ayrılmaya karar vermişken Breuer'in aklına çok güzel bir fikir gelir: Breuer, Nietzsche'nin migrenini iyileştirirken, Nietzsche de Breuer'i ümitsizlikten kurtaracaktır! Breuer, başkasının ümitsizliğini tedavi eden Nietzsche'nin içten içe kendisinin de iyileşeceğine inanmıştır. Görünüşe göre Breuer ümitsiz değildir. Ancak Nietzsche ile konuşma tedavisi uygularken aslında ümitsiz ve saplantılı bir insan olduğu ortaya çıkacaktır. İşte bu tedavi süresince ortaya çıkan tartışmalar, sizi de derinden etkileyecek ve size artık kendinizi sorgulamanın zamanının geldiğini hatırlatacak. Sonlara doğru 'zaman' kavramının kaybolması ile kitap okuduğunuzu unutarak zihinsel alemlerinizde bir yolculuğa çıkacaksınız.</span><br />
<span style="color: black;"></span><br />
<span style="color: black;">19. yy Viyanasını ve soğuk - yağmurlu havaları çok güzel betimleyen</span><span style="color: black;"> yazar, gerçek karakterleri kendi kurgusunda bir araya getirerek harika bir eser çıkarmış. Sigmund Freud'un rüya incelemelerini, psikanalizin doğuş aşamalarını, Freud'un hipnoz tedavisini ve Freud ile Breuer'in tartışmaları esere kurgu dışı bir tat katmış. Tıp tarihinde önemli bir yeri olan ve Josef Breuer'in Anna O. -gerçek adıyla Bertha Pappenheim- sayesinde ilk kez uygulayıp geliştirdiği tedaviden de kitapta söz edilmiş. </span><br />
<br />
<span style="color: black;">Kitabın sonunda kendi hikayesini bir sır gibi saklayan Nietzsche de, Breuer'in Bertha'ya duyduğu platonik aşkını anlattığı gibi, kendi aşkını -Lou Salomé'ye olan büyük aşkını- itiraf eder ve işte o anda kitaba da adını veren büyük olay yaşanır. Ateist, gururlu Nietzsche ağlamaya başlar. Salomé ise Nietzsce'yi ağlatan kadın olarak tarihe geçer.</span><br />
<span style="color: black;"></span><br />
<span style="color: black;">Romanın kurgusu bir yana, okuduktan sonra Nietzsce'nin sözleri aklınızda yer edecek. Nietzsche'nin kitaplarından yapılan alıntıları dönüp tekrar okuma ve özümseme ihtiyacı hissedeceksiniz. </span><br />
<span style="color: black;"><br />"Niceleri kendi zincirlerini çözemezler de, dostlarının azatçısıdırlar."<br />"Kendi alevinle yakmaya hazır olmalısın kendini: Önce kül olmadan nasıl yeni olabilirsin ki?" </span><br />
<span style="color: black;">"Ümit, kötülüklerin en kötüsüdür, çünkü işkenceyi uzatır."</span><br />
<span style="color: black;">Friedrich Nietzsche</span><span style="color: black;"></span>Alican Sadıçhttp://www.blogger.com/profile/08190346611813815421noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-3427975554917585360.post-11185252291083994182010-09-19T02:23:00.006+03:002015-01-21T21:10:17.791+02:00Çalıkuşu - Reşat Nuri Güntekin<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgHqI1EzK2AlqZagUwsFIwhjmVk5RzT1guFrAp-lpc7UHywD43Lx241IbzTLE4i9iSWy5A2yGVZrBFGm3EXscJGt8CSuD6gtBL5h109ejOzBm7tuIWQixeMP5eKD0Jio5IlMi6n7C4pbFr0/s1600/indir.jpg" imageanchor="1" style="clear: right; float: right; margin-bottom: 1em; margin-left: 1em;"><img border="0" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgHqI1EzK2AlqZagUwsFIwhjmVk5RzT1guFrAp-lpc7UHywD43Lx241IbzTLE4i9iSWy5A2yGVZrBFGm3EXscJGt8CSuD6gtBL5h109ejOzBm7tuIWQixeMP5eKD0Jio5IlMi6n7C4pbFr0/s1600/indir.jpg" /></a><strong><span style="color: red; font-size: 130%;">Kitabın Künyesi</span></strong><br />
<strong><span style="color: red;"></span></strong><br />
<strong><span style="color: #3366ff;">Yazarı: <span style="color: black;">Reşat Nuri Güntekin</span><br />Sayfa Sayısı: </span><span style="color: black;">432</span></strong><br />
<strong><span style="color: #3366ff;">Tür: <span style="color: black;">Türk Edebiyatı</span> </span></strong><br />
<strong><span style="color: #3366ff;">Yayınevi: <span style="color: black;">İnkılâp Kitabevi</span><br />ISBN: <span style="color: black;">975-10-0012-2</span><br />Baskı Tarihi:</span><span style="color: black;"> 2007</span></strong><br />
<strong><span style="color: #3366ff;">Özgün Dili: </span><span style="color: black;">Türkçe</span></strong><br />
<strong><span style="color: #3366ff;">Fikrim: </span><span style="color: black;">İdealist öğretmenlerin önemini, aşk teması etrafında veren bu güzel eseri mutlaka okumanızı öneririm.</span></strong><br />
<br />
<strong><span style="color: red; font-size: 130%;">Arka Kapak - Tanıtım Yazısı</span></strong><br />
<strong><span style="color: red; font-size: 130%;"></span></strong><br />
<span style="color: black;">Çalıkuşu, Reşat Nuri Güntekin'in en yaygın ününü kazandığı ilk romanı. Romanda, iyi öğrenim görmüş bir İstanbul kızının, Anadolu'nun çeşitli köy ve kasabalarında öğretmen olarak yaşadığı serüven anlatılır.<br />Dekorun yer yer büyük bir güç taşımasına karşın, Çalıkuşu duygusal bir sevgi öyküsüdür. Serüven yönü ağır basan bu romanda, kişilerin duygu dünyaları, ülke gerçeklerinden soyutlanmadan verilir. Çalıkuşu, her yaştan insanın rahatlıkla okuyup sevebileceği önemli romanlarımızdan biridir. Feride, güzel insanların sevgilisidir. Çalıkuşu bir ışıktır...</span><br />
<br />
<strong><span style="color: red;"><span style="font-size: 130%;">Eleştiri Yazısı</span></span></strong><br />
<strong><span style="color: red; font-size: 130%;"></span></strong><br />
<span style="color: black;">"Sen yine bir parça benimdin, ben bütün ruhumla senin..."<br />Çalıkuşu, İpekböceği, Gülbeşeker, Fındıkkurdu yani Feride günlüğünü böyle bitiriyordu. İlk ve tek sevdiğine son bir seslenişle artık güncesine son noktayı koyuyordu.<br /><br />Çalıkuşu, Türk Edebiyatının en güzel romanlarından biridir. Roman, defalarca okunulası bir roman olmakla birlikte okunan her yaşta insana farklı hazlar verir farklı şeyler katar. Nitekim Atatürk cephede dahi kitabı elinden bırakmamış ve her gece rastgele bir yerini açıp birkaç sayfa okurmuş. Romanda Reşat Nuri Güntekin, içindeki öğretmenlik aşkını, idealistliğini Feride karakteri altında verir. Ayrıca bunu aşk teması ile de bağdaştırarak duygusal bir sevgi öyküsüne dönüştürür. Bunu da ilk ağızdan -Feride karakterinin ağzından- günlük şeklinde başarıyla kaleme alır.<br /><br />Kaçıncıya okursanız okuyun, bir gece ansızın köşkü terk eden Çalıkuşu'nun Anadolu'daki yalnızlığı içinize oturuyor. Nedendir bilmem, her okuyacak bir şey bulamayışımda, Çalıkuşu'na sığınırım, Gülbeşeker'e üzülürken bulurum kendimi.<br /><br />Roman, günlük konuşma diliyle yazılmış ve bu yüzden geniş halk kitleleri tarafından beğeni kazanmıştır. Yazarın, olayları ülke gerçeklerinden ve eserin yazıldığı zamandan soyutlamadan ele alması sebebi ile, o zamanları göremeyenler için bir takım yabancılıklar görülebilir. Örneğin o zamanlarda çok popüler olan Fransızca terimler ve eski Osmanlıca kelimeler sıkça kullanılmıştır. Buna rağmen yazarın anlatımındaki sadelik ve akıcılık bu yabancı kelimelerin anlamlarını kendiliğinden ortaya koymakta, hiç olmazsa çok zor anlaşılacak noktalar bırakmamaktadır.<br /><br />Tasvirlerin de oldukça fazla olması, hatta kitabın önemli bir bölümünü işgal etmesi, okurun, kendisini olayların içinde gibi hissetmesini sağlamaktadır. Özellikle insanın ruh halini mükemmel benzetmelerle tasvir eden yazar, bunu yaparken tabiat güzelliklerini, tabiat olaylarını sıkça kullanmıştır. Mekân tasvirleri ise okuru adeta olayların içine alıp, o mekânlarda yaşatmaktadır.<br /><br />Yayınevi, eserin sonuna çok güzel bir sözlükçe bölümü koymuş. Böylece eserin orijinalini de bozmadan bilmediğimiz kelimeleri anlamamıza imkan sağlamıştır. </span>Alican Sadıçhttp://www.blogger.com/profile/08190346611813815421noreply@blogger.com3tag:blogger.com,1999:blog-3427975554917585360.post-54423097116368250042010-07-29T11:11:00.006+03:002016-07-15T00:24:48.229+03:00Kan Gölü - Tess Gerritsen<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiWMQoe6XcHzgce6A35B3lQpaK9qe5eZtsEA850vAqrU9TIqdjGwMhGPH9tTfh1epOAecO5oeEhEJMEups9sRRuRnYAu11ukO9ziXkCqF42m7-BllKrm7ChRixd5Ko8h_skUE_oru9tK7qX/s1600/kan+g%C3%B6l%C3%BC.jpg"><img alt="" border="0" id="BLOGGER_PHOTO_ID_5499276270939438994" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiWMQoe6XcHzgce6A35B3lQpaK9qe5eZtsEA850vAqrU9TIqdjGwMhGPH9tTfh1epOAecO5oeEhEJMEups9sRRuRnYAu11ukO9ziXkCqF42m7-BllKrm7ChRixd5Ko8h_skUE_oru9tK7qX/s200/kan+g%C3%B6l%C3%BC.jpg" style="float: right; height: 252px; margin: 0px 0px 10px 10px; width: 179px;" /></a><strong><span style="color: red; font-size: 130%;">Kitabın Künyesi</span></strong><br />
<strong><span style="color: red;"></span></strong><br />
<strong><span style="color: #3366ff;">Yazarı: <span style="color: black;">Tess Gerritsen</span><br />Orijinal Adı: <span style="color: black;">Blood Stream </span><br />Çeviren: <span style="color: black;">İlkin İnanç</span><br />Sayfa Sayısı: <span style="color: black;">488</span> </span></strong><br />
<strong><span style="color: #3366ff;">Tür: <span style="color: black;">Popüler Roman - Bestseller </span></span></strong><br />
<strong><span style="color: #3366ff;">Yayınevi: <span style="color: black;">Martı Yayınevi</span><br />ISBN: <span style="color: black;">978-605-5872-58-8</span><br />Baskı Tarihi:</span><span style="color: black;"> 2009</span><br /><span style="color: #3366ff;">Özgün Dili:</span> <span style="color: black;">İngilizce</span><br /><span style="color: #3366ff;">Fikrim: </span><span style="color: black;">Tess Gerritsen'in heyecan dolu üslubunu hissedebileceğiniz bir kitap. Okurken hem korkutuyor hem düşündürüyor hem de heyecanlandırıyor.</span></strong><br />
<br />
<strong><span style="color: red; font-size: 130%;">Arka Kapak - Tanıtım Yazısı</span></strong><br />
<strong><span style="color: red; font-size: 130%;"></span></strong><br />
<span style="color: black;">Dr. Claire Elliot, Locust Gölünün sakin sularının kenarında huzurlu bir tatil kasabası olan Tranquility'yi görür görmez genç oğlu Noah'ı metropolün tehlikelerinden uzak tutabileceği ve babasının ölümünün açmış olduğu yaraların kapanabileceği bir yer olduğuna karar verir. Ne var ki kışın başlamasıyla beraber Claire'in kariyerini tehlikeye sokan bir haber gelir: hastalarından biri, genç bir çocuk, akıl almaz bir katliam gerçekleştirmiştir. Claire'le beraber bütün Tranquility'nin yakında fark edeceği gibi, bu olay kasabanın gençleri arasında hızla yayılacak bir cinayet salgınının yalnızca başlagıcıdır. Kasabanın gençleri çığırından çıkıp da kasabanın büyükleri onu suçlamaya başlayınca, Claire korkunç bir gerçeğin farkına varır: kasaba bu garip şiddet salgınıyla ilk kez sarsılmıyor! Görünüşe göre, Tranquility'nin çocukları her elli yılda bir, cinayet işlemeye varacak şiddet gösterilerinde bulunuyormuş. Claire bütün bunların altında tıbbi bir açıklamanın yattığını düşünür ve Locust Gölünün korkunç bir tehlike barındırdığına inanmaya başlar. Tranquility'yi -ve kendi oğlunu- tehlikeden korumak için elinden geleni yapmaya kararlıdır. </span><br />
<br />
<strong><span style="color: red;"><span style="font-size: 130%;">Eleştiri Yazısı</span></span></strong><br />
<strong><span style="color: red; font-size: 130%;"></span></strong><br />
<span style="color: black;">Eserde Tranquility adlı kasabadaki Locust Gölünde yüzen gençlerin elli yılda bir tekrarlanan öfke nöbetlerine yakalanıp öldürme eğilimlerinin artması ve Dr. Elliot'un on dört yaşındaki oğlu Noah'ı korumak için bunu araştırması anlatılıyor. Yazar bunu da akıcı üslubuyla çok da güzel başarıyor.<br /><br />Eserin genel olarak ana düşüncesine bakarsak; bir annenin oğlunu korumak için her türlü zorlukla savaşıp her türlü engeli aşmasıdır. Ancak eserin bir diğer ana düşüncesi de; bazı kimselerin, kendi menfaatleri için bir sürü insanın hayatını tehlikeye atmaktan hiç çekinmemesidir.<br /><br />Eser dil ve anlatım bakımından son derece sadedir. Ancak bu roman sonuçta tıbbi bir macera romanıdır. Bu nedenle de bazı tıp terimleri eserin kurgusunu tamamlamıştır. Bunların da açıklamaları verilmiştir.<br /><br />Eser, betimlemeleriyle insanda o yerlerde yaşıyormuş hissini vermesi ve insanı sıkmaması sebebiyle çok başarılı bir eserdir. Ayrıca da yazarın eski bir dahiliye uzmanı olması sebebiyle aralara bilimsel ve tıbbi terimleri serpiştirmesindeki ustalık sebebiyle esere "Bir sanat eseridir." diyebiliriz. Okurken göreceksiniz ki yazar, çoğu normal vatandaşın bilmediği birçok bilimsel kelimeyi yazıda eğreti durmasını önleyerek romana yedirmiş.<br /><br />Son olarak da, eser çok sürükleyici bir eser. Romanı okurken boş zamanım olsa da okusam diye can atacaksınız. Yani kısaca okuması için herkese öneririm. Ancak yalnızca bu kitabı değil, tüm Tess Gerritsen romanlarını.<br /><br />İnternette okuduğum ve de katıldığım bir alıntı yaparak sözlerimi bitirmek istiyorum. "Kan Gölü kitabının sevdiğim yönü, diğer kitaplarda olduğu gibi baştan sıkıcı ve sonradan açılan bir kitap değil. Daha ilk sayfadan okuyucuyu kendisine esir ediyor. Tıbbi gerilim yazarlığında Tess Gerritsen sanırım tam bir usta."</span>Alican Sadıçhttp://www.blogger.com/profile/08190346611813815421noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-3427975554917585360.post-57895080694208299062010-07-21T21:33:00.008+03:002010-12-31T23:42:03.797+02:00Hayatım... Otobiyografi - Agatha Christie<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEj40GddQHlmI2Sc4FyRpNAGhZPqFcOjdfFbGiVSj2DDKJPtMwCqZ3XbJlCbZ8Nw9-sckKwqGfMJN8T4gOgPwhDDeJZ_BH-N2cD3bT5q5_2wOYMsNDEEPIC3113XwNTXzj2MlNZ903dGT1n6/s1600/agathahayatim.jpg"><img style="MARGIN: 0px 0px 10px 10px; WIDTH: 196px; FLOAT: right; HEIGHT: 294px; CURSOR: hand" id="BLOGGER_PHOTO_ID_5496436949707700450" border="0" alt="" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEj40GddQHlmI2Sc4FyRpNAGhZPqFcOjdfFbGiVSj2DDKJPtMwCqZ3XbJlCbZ8Nw9-sckKwqGfMJN8T4gOgPwhDDeJZ_BH-N2cD3bT5q5_2wOYMsNDEEPIC3113XwNTXzj2MlNZ903dGT1n6/s320/agathahayatim.jpg" /></a><strong><span style="font-size:130%;color:#ff0000;">Kitabın Künyesi</span></strong><br /><strong><span style="color:#ff0000;"></span></strong><br /><strong><span style="color:#3366ff;">Yazarı: <span style="color:#000000;">Agatha Christie</span><br />Orijinal Adı: <span style="color:#000000;">An Autobiography </span><br />Çeviren: <span style="color:#000000;">Azize Bergin</span><br />Sayfa Sayısı: <span style="color:#000000;">608</span><br />Tür: <span style="color:#000000;">Anı & Biyografi</span> </span></strong><br /><strong><span style="color:#3366ff;">Yayınevi: <span style="color:#000000;">Altın Kitaplar Yayınevi</span><br />ISBN: <span style="color:#000000;">978-975-21-1062-5</span><br />Baskı Tarihi:</span> <span style="color:#000000;">Nisan 2009</span><br /><span style="color:#3366ff;">Özgün Dili:</span> <span style="color:#000000;">İngilizce</span><br /><span style="color:#3366ff;">Fikrim: </span><span style="color:#000000;">Macera dolu öykülerin sahibinin de maceralı bir hayat öyküsü olsa gerek ve gerçekten de öyle. Bence muhteşem bir kitap. Kesinlikle okumalısınız.</span></strong><br /><br /><strong><span style="font-size:130%;color:#ff0000;">Arka Kapak - Tanıtım Yazısı</span></strong><br /><strong><span style="font-size:130%;color:#ff0000;"></span></strong><br />Agatha Christie (1890-1976), tüm dünyada Polisiye Romanlar Kraliçesi olarak anılır. Kısa hikâyeleri ve sahne oyunlarının yanında yüzden fazla roman yazmıştır. Eserleri İngiltere'de bir milyar kopyanın üstünde satmıştır. Ayrıca, yüz farklı dile çevrilen eserleri, tüm dünyada yüz milyonlarca kopya satmıştır. Bu nedenle Christie, edebiyat tarihinde en çok satan romancı sıfatını almıştır.<br /><br />Otobiyografi, yazarın ölümünden bir yıl sonra yayınlanmış bir çalışmadır. Eserde, yazarın sıradışı yaşam öyküsü ilk ağızdan gözler önüne serilmektedir.<br /><br />Agatha'nın çocukluk yılları, yaptığı evlilikler, II. Dünya Savaşı'nda tanık olduğu olaylar, ikinci kocası Max Mallowan ile çıktığı arkeolojik kazı serüvenleri ve bir yazar olarak yaşadığı hayat deneyimleri bu kitapta oldukça özgün bir dil ve yaklaşımla anlatılmaktadır.<br /><br />Onun efsanevi başarı öyküsü, yazdığı polisiye romanlar kadar ilginç ve sürükleyicidir.<br /><br /><strong><span style="font-size:130%;color:#ff0000;">Eleştiri Yazısı</span></strong><br /><strong><span style="color:#ff0000;"></span></strong><br /><span style="color:#000000;">Öncelikle şunu söylemeliyim ki: Eğer Agatha Christie hayranıysanız bence daha fazla zaman kaybetmeden kitabı almalısınız. </span><br /><span style="color:#000000;"></span><br /><span style="color:#000000;">A. Ömer Türkeş'in, Radikal Gazetesinde yazdığı 'Ölüm Düşesi Kendini Anlatıyor' başlıklı yazısında da "Bir yazarın otobiyografisini okurken hayatıyla yazdıkları arasında bağlar kurmak, karakterlerinin hayatındaki karşılığını aramak kaçınılmazdır. Agatha Christie'nin otobiyografisi bu konuda büyük bir hazine sunuyor meraklısına. Christie, pek çok yazarlık sırrını da ifşa ediyor." dediği gibi eser, yazarın hayatındaki birçok kesiti öykülerinde nasıl ve nerede kullandığını anlatan çok değerli bir kaynak niteliğinde.<br /><br />Türkeş'in yazısından bir pasaj daha okuyalım: "Tam on beş yıl süren ve yazarın hayattayken yayımlamadığı otobiyografik notları yayıncısı tarafından aradaki kopukluklar biraz olsun giderilmiş olarak derlenip yayına hazırlanmış. Okuyucular aradaki kopukluklardan ve yazarın hayatının kalan on bir yılının eksikliğinden dolayı huzursuzluk hissedebilirler. Bu huzursuzluğu sonsöz bölümünde şu sözlerle gideriyor Christie: 'O zamanlar neler yazdığıma baktım ve tatmin oldum. Yapmak istediğimi, yaptım. Uzun bir yolculuktaydım. Bu pek de geçmişe yapılmış bir yolculuk değil, daha çok ileriye yolculuk sayılmalı. Zaman ve yer kavramlarıyla kısıtlı kalmadım. Dilediğim yerlerde oyalandım, hatırlamak istediklerimi hatırladım, özellikle de nedense anlam taşıyan saçmalıklarımı sıraladım. Biz insanlar, böyle yaratılmışız. Ve şimdi yetmiş beş yaşıma geldiğime göre, durmanın tam zamanı diyorum. Çünkü hayat söz konusu olduğunda, söyleneceklerin hepsi bu kadar. Şimdi ödünç zamanla yaşıyorum, bekleme odasında, eninde sonunda gelecek çağrıyı bekliyorum. Sonra, bundan sonrakine geçeceğim, tabii o da her ne ise."<br /><br />Agatha Christie'nin yaşam öyküsünün anlatıldığı bu romanın sonunda da resimlerle desteklenmesi çok güzel olmuş. Kitabın son söz bölümünü okurken ve resimleri incelerken duygulanıp gözlerinizden damla damla yaşların akacağını, içinize bir şeyin saplanacağını ve sizi etkisi altına alacağını göreceksiniz.<br /><br />Yazar, eserine Irak'ta Asurluların başkenti Calah'ın bugünkü adı olan Nimrud şehrindeki tek göz odalı, kapısındaki tabelada Beit Agatha (Agatha'nın Evi) yazan kulübede başlıyor. Başlama nedenini ise "Avucunu derinlere daldırıp bir avuç anıyı gün yüzüne çıkarmak olduğunu' söylüyor ve giriş bölümünde diyor ki " Bir detektif hikâyesi yazmam gerekiyor, ama yazarlar doğal olarak kendilerinden beklenenin yerine, başka ne olursa yazmayı yeğlerler. Ben de birdenbire kendi yaşam öykümü yazmaya heveslendim; bana dediklerine göre de eninde sonunda herkes bu tutkuya kapılırmış. Bu tutku benim de birdenbire benliğimi sardı." İyi ki de sarmış benliğini ve böylece on beş yıllık bir serüvenden sonra bu muazzam eser ortaya çıkmış.<br /><br />Toplumda daha doğrusu eleştirmenler arasında 'Agatha Christie sanat eseri yazamaz.' diye yaygın bir kanı var. Ancak bu eserde sanat eseri olmanın tüm kriterleri var ve eser her açıdan sanat eseridir. Bu nedenle eser böyle diyenlere çok ağır bir yanıt niteliğinde. Yazar, kendini kronoloji kıskacına kaptırmadan yalın ve rahat bir dille yazmıştır.<br /><br />Eseri Azize Bergin'in yaptığı çeviri yönüyle incelersek eserde dil, çok sade ve anlaşılır. Bazı teknik terimler, Fransızca bölümler ve çok bilinmeyen kelimeler alt kısımda dipnot olarak verilmiştir.<br /><br />Son olarak; tam on beş yıl boyunca yazım aşaması süren ve en sonunda da yazar tarafından "Yetmiş beş yaşımda artık durmanın tam zamanı" denilerek bırakılan eseri mutlaka okumanızı öneririm. Ancak çok kişinin okumayacağını da bilirim. Çünkü çoğu kimse bir yazarın kitaplarını yazarkenki hisleriyle ilgilenmez. Yazılan kitabın güzelliği yeter onlara. Derinlemesine düşünmez çoğu kişi. Ancak, bir yazardan hem de edebiyat tarihinde en çok satmış yazar olarak tarihe geçen bir yazardan yine onun diliyle yazarlık tecrübelerini dinlemek, eserlerini hangi düşüncelerle ve nasıl yazdığını, karakterlerini oluştururken kimlerden esinlendiğini, yayınevlerinin tarihe geçmiş bu yazarın ilk kitabını nasıl geri çevirdiklerini, yayınlamayı kabul edenlerin ise ona hiç denebilecek bir miktarda telif ödemelerini ve yaşadığı acı tatlı olayları dinlemek... Bunlar muhteşem hislerdir. Yine A. Ömer Türkeş'in yazısından bir bölüme daha bakalım. "...Mekânlar; Ashville’deki ev, İngiliz kırsalının sakin atmosferi, sonra uzak diyarlar Avustralya, Şark Ekspresi’nin geçtiği topraklar, Irak, Mısır izlenimleri okuyucuları için çok tanıdık gelecek. Özellikle hayatının her anında dilinden düşmeyen Ashville’deki ev. Christie polisiyelerinin büyük çoğunluğunun İngiliz kırsalında geçmesinin nedensiz olmadığını hatırlatıyor. Soylu, ya da zengin sınıfa mensup insanların evleridir anlattığı. Bu evleri, bu insanları içeriden yazdığı hemen anlaşılıyor." Buradan da anladığımız gibi Agatha Christie eserlerinde hayatından kesitleri de bolca kullanmıştır. Seslenişleriyle, fikirlerinin ve tecrübelerinin anlatıldığı bu roman yazarın cinayet konulu polisiye eserlerinden o kadar farklı ki... Ayrıca yazar romanı istediği yerden kesmiş, o bölüme kendi fikirlerini ve aklına gelen misalleri yazmış. Yine belirtiyorum ki romanın kronoloji mengenesine girip sıkıcılaşmasına asla izin vermemiş. Yazar romanında; "Poirot’un neden Belçikalı olduğundan tutun da Hercule ismine layık görülmesine, Miss Marple’ın yaratılış nedenine, roman kişilerinin fiziksel görünüşleriyle isimleri arasındaki uyuma, romanlarındaki İngiliz sömürgelerinden dönen ordu mensubu ve muflis aristokratların kimlerden esinlenerek yaratıldığına, polisiye roman için uygun bulduğu karakter sayısına kadar pek çok yazarlık sırrını ifşa eden Christie, suç ve ceza, katil ve kurban hakkındaki düşüncelerini de belirtmiş." diyor Türkeş.<br /><br />Ve yazısını şöyle bitiriyor: "20. yüzyılda yaşamasına rağmen doğduğu 19. yüzyılın İngiliz hanımefendisi karakteristiğini yansıtan Agatha Christie’nin anılarını okuduktan sonra kanlı ve kaba öldürme sahnelerine neden hiç rağbet etmediği sorusu da siliniyor aklımızdan. Yazmaktan çok yaşamayı seven bir kadın için ‘Ölüm Düşesi’ lakabı şimdi hiç sevimli gelmiyor..."<br /></span>Alican Sadıçhttp://www.blogger.com/profile/08190346611813815421noreply@blogger.com3tag:blogger.com,1999:blog-3427975554917585360.post-67051776168532900282010-07-14T16:52:00.012+03:002015-08-16T17:37:48.324+03:00Bizans'ın Son Günleri - Yannis Kordatos<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEg_3msxh8aAfqR_fd7Wxp8XQ8FkNCxaLTxDWUEIabRFbeVdRodj-ECzDIwLXqr6FgZvpqbSx0keB6BE_YGFASPSSqdquStJMjpllEZC7g3lEkKm1KiaV6wgm_oeAqfMC6F7MqWwLDuynl4P/s1600/BIZANSIN-SON-GUNLERI-YANNIS-KORDATOS.jpg"><img alt="" border="0" id="BLOGGER_PHOTO_ID_5493775740539724482" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEg_3msxh8aAfqR_fd7Wxp8XQ8FkNCxaLTxDWUEIabRFbeVdRodj-ECzDIwLXqr6FgZvpqbSx0keB6BE_YGFASPSSqdquStJMjpllEZC7g3lEkKm1KiaV6wgm_oeAqfMC6F7MqWwLDuynl4P/s320/BIZANSIN-SON-GUNLERI-YANNIS-KORDATOS.jpg" style="cursor: hand; float: right; height: 258px; margin: 0px 0px 10px 10px; width: 183px;" /></a><strong><span style="color: red; font-size: 130%;">Kitabın Künyesi</span></strong><br />
<strong><span style="color: red;"></span></strong><br />
<strong><span style="color: #3366ff;">Yazarı: <span style="color: black;">Yannis Kordatos</span><br />Orijinal Adı: <span style="color: black;">Ta Teleutaia Chronia Tis Byzantinis Autokratorias</span><br />Çeviren: <span style="color: black;">Muzaffer Baca</span><br />Sayfa Sayısı: <span style="color: black;">93</span><br />Tür: <span style="color: black;">Tarihî</span> </span></strong><br />
<strong><span style="color: #3366ff;">Yayınevi: <span style="color: black;">Alkım Yayınları</span><br />ISBN: <span style="color: black;">975-337-150-0</span><br />Baskı Tarihi:</span> 2006<br /><span style="color: #3366ff;">Özgün Dili:</span> Yunanca<br /><span style="color: #3366ff;">Fikrim: </span><span style="color: black;">Yanlı bir tarihçilik anlayışını benimseyen ırkçı bir yazarın elinden çıkmış kötü bir kitap olarak nitelendirdiğim bu eseri önermiyorum.</span></strong><br />
<br />
<strong><span style="color: red; font-size: 130%;">Arka Kapak - Tanıtım Yazısı</span></strong><br />
<strong><span style="color: red; font-size: 130%;"></span></strong><br />
<span style="color: black;">Bu araştırmamla tarihi gerçekleri yerine oturtmak istiyorum. Tarihçilerimiz Bizans İmparatorluğu'nun dağılış ve çöküş nedenlerini çarpıttıkları gibi, dini çekişmelere dayandırdıkları birçok asılsız bilgiyi de okuyuculara yansıtıyorlar. İstanbul'un Türkler tarafından fethiyle ilgili, tamamen yalanlar üzerine inşa ettikleri bilgileri okuyucuya aktararak gerçekleri gizliyorlar.<br /><br />Bu kitapta sunacağım belgeler bütün bu iddiaları susturacak niteliktedir. İstanbul'un fethini hamasi propaganda malzemesi olmaktan çıkarıp, tarihteki yerine yerleştirmenin ve gerçekleri olduğu gibi yansıtmanın zamanı gelmiştir.<br /><br />Yannis Kordatos Ekim 1931</span><br />
<strong><span style="color: red;"></span></strong><br />
<strong><span style="color: red; font-size: 130%;">Eleştiri Yazısı</span></strong><br />
<strong><span style="color: red; font-size: 130%;"></span></strong><br />
<span style="color: black;">Eserde İstanbul'un Fethi yani Bizans İmparatorluğunun yıkılışı öncesi Bizans ve Osmanlı İmparatorluklarının durumu (Bizans'ın kuruluşu ve şâşâlı günleri), Bizans'taki mezhep kavgaları ve ekonomik çöküş anlatılmıştır. Bizans dahilinde fetih ve sonrasında da fethin dünyadaki yankılarına da değinilmiştir. </span><br />
<span style="color: black;"></span><br />
<span style="color: black;">Eser bilimsel bir dille Bizans'ın Fethinin neden ve sonuçlarını, oluşunu yansız bir şekilde anlatmak için yazılmıştır. Buna rağmen Yunan yazar ırkçılığına yenik düşmüş kitabı yazma amacı ve kitabın ana düşüncesinden tamamen uzaklaşmıştır. Kişiler ve olaylar gerçektir. Dipnotlar da bunu kanıtlar niteliktedir. Ancak yazarın bazı olayları çarptırarak yansıttığı da değişmez bir gerçektir. Özellikle fethin gerçekleşmesinin anlatıldığı 'İstanbul Nasıl Fethedildi?' adlı bölümün aşırı derecede çarpıtıldığı, abartıldığı ve bilgilerinin yanlış olduğu apaçık. Fatih'in İstanbul'u anlaşmayla ve kapıların Bizans'taki imparator muhalifi ayrılıkçılar tarafından açılmasıyla aldığını söylüyor. Yazar her ne kadar da "Objektif yazdım." veya "Gerçekleri ortaya çıkaracağım." dese de ayrıca dipnotlar verse de yazdıklarının tarihsel gerçeklerle örtüşmediğini görüyoruz.</span><br />
<span style="color: black;"></span><br />
<span style="color: black;">Eleştiri yazımı noktalarken eseri çeviri bakımından da inceleyeceğim. Çeviriye kısaca 'anlaşılır' diyebiliriz. Ayrıca da bazı kelimelerin Yunanca asıllarının da verilmesi güzel olmuş.</span>Alican Sadıçhttp://www.blogger.com/profile/08190346611813815421noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-3427975554917585360.post-66342556023119314542010-07-12T22:52:00.027+03:002015-03-31T23:14:36.582+03:00Kendini Arayan Adam - Halit Ertuğrul<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjXS4MfB0m7ZTxcvVqPKq-HAwHElH_lmToXrSP7iO9pxMuSN-UAw7I13t1-rNmj76KjZAnM4hjF5mlN1fJXvsTSi5NjNpTpJ2Wxpy9h2sAr0-KokPeiNBQXWS7CBtg6qDtOd8BaGJvSq_hN/s1600/Kendini+Arayan+Adam.jpg"><img alt="" border="0" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjXS4MfB0m7ZTxcvVqPKq-HAwHElH_lmToXrSP7iO9pxMuSN-UAw7I13t1-rNmj76KjZAnM4hjF5mlN1fJXvsTSi5NjNpTpJ2Wxpy9h2sAr0-KokPeiNBQXWS7CBtg6qDtOd8BaGJvSq_hN/s200/Kendini+Arayan+Adam.jpg" id="BLOGGER_PHOTO_ID_5498603774550861762" style="float: right; height: 217px; margin: 0px 0px 10px 10px; width: 161px;" /></a><span style="color: red; font-size: 130%;"><strong>Kitabın Künyesi</strong></span><br />
<br />
<strong><span style="color: #3366ff;">Yazarı:</span> <span style="color: black;">Halit Ertuğrul</span><br /><span style="color: #3366ff;">Sayfa Sayısı: </span><span style="color: black;">93</span><br /><span style="color: #3366ff;">Tür:</span> <span style="color: black;">Dinî ve Tasavvufî</span><br /><span style="color: #3366ff;">Yayınevi:</span> <span style="color: black;">Nesil Yayınları</span><br /><span style="color: #3366ff;">ISBN:</span> <span style="color: black;">978-975-408-165-7</span></strong><br />
<strong><span style="color: #3366ff;">Baskı Tarihi:</span> <span style="color: black;">Ekim 2009</span><br /><span style="color: #3366ff;">Özgün Dili:</span> <span style="color: black;">Türkçe</span></strong><br />
<strong><span style="color: #3366ff;">Fikrim: </span><span style="color: black;">Okumanızı önermem. Eserin bir reklam ürünü olduğuna inanıyorum. Dili de çok ağır ve hiç edebî değil.</span></strong><br />
<strong><br /><span style="font-size: 130%;"><span style="color: red;">Arka Kapak - Tanıtım Yazısı</span></span></strong><br />
<br />
<span style="color: black;">Kendini Arayan Adam; yaşanmışın romanıdır. Aynı zamanda inançsız ruhlarda saklı kuşkuların, açmazların, sıkıntıların ve inkardan kaynaklanan bunalımlarında hikayesi...<br />Kendini Arayan Adam; yazarımızla tanışıyor. Kuşkularında geçen tartışmalar sonucu nihayet İslamla kucaklaşıyor. İslamla kucaklaştığı yerde huzurla tanışıyor.<br /><br />Sonuç: bir hayatın daha mana kazanması. Ve inkarla geçen bir ömürde kaybedilen güzelliklere ulaşma gayreti... İnsanın insana sunabileceği en iyi eser yine insansa, bu kitap, bir insanı kazanmanın metodunu sunuyor. Kendini Arayan Adam; insanca tereddütlerin yumak yumak işlendiği bir hayat hikayesidir.</span><br />
<br />
<span style="color: red; font-size: 130%;"><strong>Eleştiri Yazısı</strong></span><br />
<br />
<span style="color: black;">Tasavvuf konusunda tecrübe sahibi ya da en azından tasavvufî eserleri okuma fırsatı bulmuş insanları kesmeyecek bir kitap ... Zaten kitabın önsözünde de ortaokul ve lise öğrencileri için yazıldığını okuyabilirsiniz. Ancak yazar böyle bir kitapla çocukları bile kandıramaz. Kısaca bu kitap günümüzde herkesçe bilinen bir cemaatin propagandasından ibaret.</span><br />
<br />
<span style="color: black;">Hikaye doğal değil aksine son derece yapmacık. Yirmi beş - otuz yılını bir ideal uğruna harcamış olan ve profesör olmuş bir insanın birkaç saatlik bir otobüs yolculuğunda her şeyi silip atması, çok çabuk ajite olması insana fıkradan da komik geliyor. </span><br />
<br />
<span style="color: black;">Bu kitabı gözyaşlarıyla bitirdim diyenlerin aksine ben bu kitabı kahkahalarla gülerek bitirdim. O kadar komik. Daha doğrusu insanların artık bunlarla kandırılacağını düşünmek acınası bir durum. Trajikomik... Bana kalırsa kitabı kesinlikle tavsiye etmiyorum. Bu kitabı tamamen bir vakit kaybı olarak görüyorum.</span><br />
<br />
<span style="color: black;">Kitap oldukça basit, oldukça taraflı, bir o kadar da yanlış. Zira, bir kere Türk halkının çoğu gibi komünizmi din karşıtı bir ideoloji sanan Ertuğrul, ateistliği, komünistliği ve anarşistliği birbirine karıştırmış. Çünkü Müslüman birinin de Komünist olması mümkündür. Ne yazık ki hâlâ, Marksizm, Sosyalizm, Komünizm kavramları halkımız tarafından anlaşılamadı. Bu gibi kavramları kulaktan dolma bilgilerle ve desteksiz yazılan kitaplarla, okumadan araştırmadan kafa yormadan karalayıp çöpe atıyorlar. Vaziyete baktığımızda, insanlarımızın kalıplarından kurtulmaları daha çok uzun yıllar alacağa benziyor. Ayrıca; Ertuğrul'a bu kavramları çok iyi araştırmasını tavsiye ediyorum. </span><br />
<br />
<span style="color: black;">Kafası dinî - tasavvufî konularda karışmış, arayış içinde olanlara böyle çocuksu ve komik hikayeler okuyacaklarına Mevlâna'nın Mesnevî'sini ve de son derece basit anlatımla Allah aşkını işleyen Yunus Emre'nin şiirlerini tavsiye ediyorum. </span><span style="color: black;">Öğrencilerin beyinlerini yıkamaya ve onları cemaatlere sevk etmeye yönelik kitapları hiç onaylamadığımı da belirtmek istiyorum. </span><br />
<br />
<span style="color: black;">A</span><span style="color: black;">yrıca kitabın hemen hemen her yerinde verilen kaynağa baktığınız zaman kitabın bir reklam ürünü olduğunu anlıyorsunuz. Sonuçta din ile ilgili bir kitap yazılacaksa o dinin kutsal kitabı kaynak olarak kullanılmalı. Ben bu kitap gibi kitapları hiç kimseye tavsiye etmem. En azından bu gibi kitapları okumazsanız cemaatlerin beyin yıkama çalışmalarına maruz kalmamış olursunuz.</span>Alican Sadıçhttp://www.blogger.com/profile/08190346611813815421noreply@blogger.com0