72'nci Koğuş - Orhan Kemal

Kitabın Künyesi

Yazarı: Orhan Kemal
Sayfa Sayısı: 110
Tür: Türk Edebiyatı 
Yayınevi: Can Yayınları
ISBN: 975-510-010-5
Baskı Tarihi:
 1993

Özgün Dili: Türkçe
Fikrim: "İnsan onurunun düşebileceği en dipsiz kuyunun hikayesi." diye tanımlamışlar. Fazla söze gerek yok. Bence hemen okunmalı.


Arka Kapak - Tanıtım Yazısı

Toplum düzensizliğinden gelen birer itilişle "72'nci Koğuş"a düşmüş insanlar, sefaletin, insan haysiyetsizliğinin uçurumlarına yuvarlanmışlardır. Ama yuvarlanmışlardır ne olursa olsun. Yuvarlanmışlar, insanlıklarından çok şeyler kaybetmişlerdir. İtilmek, kakılmak, hor görülmek... Ellerine üç beş kuruş sıkıştırıldığı zaman, gözlerini kırpmadan birbirlerini kahpece vurabilirler. Bütün bunlar yalnız "72'nci Koğuş"ta değil, yaşadığımız dünyanın neresinde olursa olsun böyledir: "Aç it fırın yakar..." 
"72'nci Koğuş" somut olduğu kadar soyut bir dramdır derim. Onda, yalnızca Kaptan'ın, Berbat'ın ve ötekilerin değil, insanoğlunun olanca kirliliği yanındaki gururu, direnişi, kafa kaldırışının destanı vardır. Ya da ben böyle bir şey yapmak istedim.
-Orhan Kemal-

Eleştiri Yazısı

Ne istiyorsun ulan?
Ampul, dedi. Kaya Ali. Büyük bir ampul verin bizim koğuşa! 
Başgardiyan güldü. 
— Ne güldün Başefendi? 
 Ne mi güldüm? Ulan siz kim ampul kim? 
 Niye başefendi? Biz insan değil miyiz?
— Değilsiniz ya, insan mısınız? İnsan olanın 72'nci Koğuşta işi ne? 

Kitap için "insan onurunun düşebileceği en dipsiz kuyunun hikâyesi" demişler. Yukarıdaki alıntı, insanı insanlığından utandıracak derecede dönemin zihniyeti hakkında bilgi veriyor. Görüldüğü üzere aşağılamanın bini bir para... Toplumda yaşanan sınıf ayrımının, toplumun aynası olan cezaevlerine yansıması da cabası: Beyler Koğuşu ve 72'nci Koğuş. Ancak burada bile alçalmışlığın içinde atan insanlığın kalbini duyuruyor insana yazar.

Bursa Cezaevi'nde tanıştığı Nazım Hikmet tarafından öykü yazmaya teşvik edilen Orhan Kemal, cezaevinde geçirdiği yıllardan esinlenerek ortaya çıkarmış bu hikâyeyi. Bu, batıda "novella" diye bilinen, bizim edebiyatımızda ise çok fazla örneği bulunmayan bir uzun hikaye örneğidir. Daha sonra yazarı tarafından piyes haline getirilmiştir.


Orhan Kemal'in gözlemci olarak gösterdiği yetkinliğin de en önemli yansımalarından biridir bu. Cezaevlerinde yaşanan trajediyi, mahkûmların birbirlerine imrenmelerini, toplumun her kesiminde olduğu gibi cezaevlerinde de yapılan beyler - çulsuzlar ayrımını gözler önüne seriyor. Bunu yaparken de doğallığı uç boyutlarda yansıtıyor. Doğallığın olabildiğine korkunçluğu karşısında şaşırıp kalıyorsunuz. Orhan Kemal'in bu samimi uslûbuna tutkunum. Ancak bu boyutlarda gerçek bir cezaevi atmosferi, kağıda nasıl aktarılabilmiş diye düşünüyorum hala.

Ana karakter sayabileceğimiz Kaptan'ın hayatının kırılma noktası olan beklenmedik çıkışıyla başlayan ve sonrasında sürekli dibe doğru sürüklenmesinin hikâyesi 72'nci Koğuş. Kaptan'ın saflıkla delikanlılık arasında sıkışmış ruhu çerçevesinde, arkadaşlarının ihtiyaçlarını gidermesi, duyduğu platonik aşk yüzünden acımasızca sömürülmesi... Sonra aniden yaşanan bir çöküş ve deliliğin sınırlarına ulaşan bir adam... Cezaevinde mahkûmların alabildiğine yozlaşmaya uğraması da bir Orhan Kemal realistliğiyle satırlara yansıtılmış. Kitapta hep bir Hitit heykeli gibi çirkin olarak betimlenen Ahmet Kaptan'ın ruhundaki güzellikse hiç eksilmez. Son âna kadar Kaptan ve diğerleri şeklinde gözler önüne serilen aradaki uçurum, Kaptan'ın parasının bitmesiyle daha da belirginleşir. Âdembabalar olarak isimlendirilen 72. koğuş mahkûmları, parası suyunu çekince arkasından demediklerini bırakmadıkları Kaptan sayesinde, sırtlarının döşek yüzü gördüğünü, ağızlarının et tadı aldığını unuturlar.

Günde bir kara somun ekmek hakkı olan âdembabalar, kumar oynamak için üç kuruşa bütün bir yıllık ekmek paylarını satarlar. Hep bir umuttur, zengin olma umudu, zengin olup beyler koğuşuna geçme, emrinde meydancı çalıştırma, sıcak yemek ve yatak bulma umudu... Âdembabalar sefildi ama bir o kadar da kıymet bilmez kişilerdi.

Peki siz sahip olduğunuz her şeyi arkadaşlarınızla paylaşır mısınız? Ya da tüm paranızı henüz konuşma olanağı bile bulamadığınız bir kadın için feda eder misiniz? Ve de bu para size duyulan saygının, dolayısıyla gücünüzün tek kaynağıysa... Evet, Ahmet Kaptan'ı anlatıyorum şimdi de. O, bütün bunları yaptı. Sonu hüsran da olsa gerçekleştirdi. Saflık mı?... Ancak kaptanın saflığı içinde bir kurnazlık taşıdığı da inkar edilebilir mi? Mesela mesleğinde yaptığı deniz yolculuklarını abartarak ilgi çekmeye çalışmasına ne demeli? Hatta kan davası cinayeti işlemesi sebebiyle, kendisini diğerlerinden ayrı tutması, diğerlerini "adi suçlular" olarak nitelemesine?

Kaptanın annesinin de oğlunu kan davasından vazgeçirmek yerine, körükleyerek bu suça ortak olması da toplumumuz açısından bir analiz yapma imkanı ortaya koyar. Kaptanın da öldürmekten duyduğu gurur ve gidip mutlulukla teslim olması da psikolojik bir araştırma konusudur. Aslında bunların üzücü olmakla beraber, güncel olaylar olduklarının da bilincine varırız okurken.

Ayrıca hapishanede, biraz daha okumuş olanların "sizin koğuştanım ama sizden değilim" şeklinde böbürlenmeleri, gelip yaşadıkları duruma bakmayıp bunu bir övgü vesilesi saymaları ve sonuç olarak komik durumlara düşmeleri de son derece canlılıkla aktarılmış. Aşağıda Beton lakaplı karakterin "orta sondan belgeli olduğunu" söyledikten sonra yaşanan diyaloglar alıntılanmıştır.

Oradakileri gözden geçirdikten sonra, sordu:
— Üç virgül bir, dört, bir altı nedir?
(Not: Koğuştakiler pek oralı olmazlar. Duymazdan gelirler.)
Beton yüksek sesle:
— Enayiler, cahiller! dedi. Daha Pi'yi bilmiyorsunuz be! Ulan sizin yerinizde olsam insan diye gezmem be!

Kitapta sürekli bir insan olma vurgusu var. İnsanlardaki aşağılık kompleksi o kadar yerleşmiş ki bu, mahkûmlar arasında bile gözlenmekte. Aslında insanî yaşam standartlarından bu kadar uzak yaşayan, çay içtikleri bardaklarını, yemek yedikleri kaşıklarını bile sırayla kullanmak zorunda olan bu insanlar bunu düşünmekte çok da haksız sayılmazlar. Hatta soğuk yüzünden tahta pencere çerçevelerini kırıp yakmaları... Bunun daha sonra onların daha çok üşümelerine sebep olacağını dahi düşünememiş olmaları, içinde bulundukları durumu özetliyor aslında.

Kitapta atlanmaması gereken bir diğer önemli detay da: Kuru fasulye! Bir kuru fasulyenin -hem de etli- bu kadar detaylı ve ağız sulandıracak cinsten tasvir edilmesini yaşanmışlığa bağlıyorum. Cezaevinde açlık ve yokluk çekmiş biri, ancak böylesine içten betimleyebilirdi pişmesinden yenmesine kadarki o bekleyişi. Ayrıca "çabuk pişen" anlamında pişgel sözcüğünü de öğrenmiş oldum bu kitap sayesinde.

— Sen dediğimi dinle: Yarım kilo fasulye, iki yüz elli gram et al gel. Ama bak, fasulye pişgel olsun!

Zaten Orhan Kemal'in kitaplarına dili akıcı demek, haddi aşmak olur ki bunu hiç demiyorum. Dil, öylesine bizden ki okumuyorsunuz; açık açık yaşıyorsunuz olayları. Kullanılan Karadeniz şivesi ve mahkûmların küfürleşmeleri gerçekçiliğe katkı sağlayan diğer unsurlar olarak karşımıza çıkıyor. Çok ufak rolleri olan karakterlerin bile işledikleri suçların vahşiliğini görüyoruz. Ayrıca mahkûmların aile kurma hayalleri de okuru üzmeyi başarıyor. Kitapları okuduktan sonra detaysızlığın içinden nasıl bu kadar detay hatırlayabiliyoruz peki? İşte bu çok ilginç.

Ayrıca çarpıcı finaliyle kelimenin tam anlamıyla "göz dolduruyor" kitap. Burada bile bize bir oyun etmiş Orhan Kemal. Soğuk yüzünden en son ölen yine bizim Kaptan oluyor. En fazla o dayanıyor. Aşık olduğu güzel Fatma'sını bekliyor. Belki de bu kadar zaman yüreğindeki o sıcaklık korumuştur onu soğuktan. O yüzden yaşamıştır, bir umutla. Umudun son kırıntısı yok olana kadar atmaya çalışmıştır kalbi. Kim bilir?