Vukuat Var - Orhan Kemal

Kitabın Künyesi

Yazarı: Orhan Kemal
Sayfa Sayısı: 415
Tür: Türk Edebiyatı

Yayınevi: Epsilon Yayınevi
ISBN: 975-331-696-8
Baskı Tarihi: Ocak 2005
Özgün Dili:
Türkçe
Fikrim: Hanımın Çiftliği üçlemesinin ilk kitabı olan ve Orhan Kemal'in ustalığını konuşturduğu bu eseri kesinlikle tavsiye ediyorum.

Arka Kapak - Tanıtım Yazısı


'Vukuat Var', emek-üretim ilişkileri henüz bir çözüme ulaşamamış; güçlünün zayıfı ezdiği; paranın gücü temsil ettiği; küçük insanların çoğunlukla hayal kırıklığına mahkûm olduğu adaletsiz bir dünyada, aşka sığınarak teselli bulmaya çalışan iki gencin hikâyesi. Romanın arka planında Orhan Kemal'in pek çok kitabının başkahramanı olan, üç kuruşa ırgat çalıştırılan pamuk tarlaları, emeğin sömürüldüğü çırçır fabrikaları, kir pas içindeki sokaklara sıralanmış pis, bakımsız evleri ve yakıcı sıcağıyla 1950'lerin Adana'sı var.

Dört karısıyla sayısını unuttuğu çocuklarının kazandığı her kuruşa el koyan Cemşir Ağa'nın fabrika işçisi kızı Güllü ile aynı fabrikada işçi olan Fellah Kemal, birbirlerine âşık olur, karşılarına dikilen Engellerle savaşır ve ne yazık ki kaybederler...

Ancak Orhan Kemal, her zamanki gibi, satır aralarında, emeğin değerini bulması, kadınların kişilik kazanması ve bireyin eğitiminin bu karanlığı aydınlatacak tek yol olduğunu fısıldamaya devam etmektedir.
Eleştiri Yazısı

Hanımın Çiftliği üçlemesinin ilk kitabı 'Vukuat Var', Güllü'nün Kemal'e olan aşkını anlatıyor. Bunun yanı sıra çırçır işçilerinin acılarını, zengin-fakir uçurumunu, halkçı-demokrat ayrımını yansıtması sebebiyle toplumcu bir eser de sayılabilir.

Üçlemenin ilk romanı “Vukuat Var”, karakterleri bakımından oldukça zengindir. Bunu bir inceleme yazarının ağzından dinleyelim: "Debdebeli bir aşiret yaşamından, geleneksel seçkinlikten pamuk tarlalarında çapa işçiliğine ‘elciliğe’ düşmüş, yoksullaşmış, dört karısı ve sayısını unuttuğu çocuklarıyla Cemşir, onun can arkadaşı, akıl hocası, sırdaşı Berber Reşit, büyük toprak sahibi Muzaffer Bey, kâhya Yasin Ağa, Cemşir’in kızı Boşnak Güllü, çırçır fabrikalarındaki kadın ve çocuk işçiler, pragmatist köy imamı Kabak Hafız, kirli bardaklarındaki şarapları, buğulu camları duman altı dükkânlarıyla kebapçılar; Türkler, Araplar, Kürtler, Boşnaklar… Kısaca, Çukurova’nın tarım çarkının bütün dişlileri ve onların hayatları geçer gözümüzün önünden. Orhan Kemal’in onların dünyasıyla olan yakınlığını, tanıdıklığını hissederiz romanda. Topraksız köylülerin ağaların insafına terk edilmişliğini, Demokrat Parti’nin ‘umut’tan umutsuzluğa ve hayal kırıklığına geçişini buluruz. Yoksulların, niteliksiz yığınlar halinde işçilerin, topraksız köylülerin, neden ve nasıl hiçbir bilinci yokken, ağaların ve nitelikli işçilerin (ustaların) bilincinin nasıl oluştuğu, var olduğu yazarın ustalıklı olay örgüsüyle çıkar karşımıza. Büyük toprak sahibi Muzaffer Bey’in CHP’den Demokrat Parti’ye uzanan macerasının hangi tarihsel arka planlar üzerine yükseldiğini, romanın dili ve anlatım imkânlarıyla okuruz. Tam tersine, topraksız köylü Habip’in bilinçten uzak intikam duygusunun, insanı nasıl sonuçlara götüreceğini de gösterir bizlere."

Romanda geçen "Biliyün mü?", "At da sağa avrat da." gibi söz öbekleriyle Adana şivesini, Çukurova'daki pamuk tarlalarının anlatılışı muhteşem. Orhan Kemal, çırçır fabrikalarında çalışanların sorunlarını, Adana'daki fakir halk ve zengin ağa arasındaki uçurumu gözler önüne sermede çok başarılı. Teneke mahallesindeki yaşantı ve çarşı-pazar bölümleri son derece yaşanıyormuş gibi verilmiş. Ayrıca 1950'lerin siyasi yaşamının yansımaları da romana yedirilmiş. O yılların "Halkçı" - "Demirkırat" ayrımı verilmekle kalmamış alttan alta bunun bir eleştirisi de yapılmış. Romanın kahramanları o kadar iyi karakterize edilmiş ki Kabak Hafız'ı, Elci Cemşir'i, Berber Reşit'i, Reşit'in kuru karısı ile kişilerin özellikleri son derece canlı. Romanda 1950'li yıllarda yaşayan ve söyleşen bir Adana var. Anlayacağınız, 1950'lerin hayat anlayışına ışık tutan bir eser bu. Şiveli söyleyişleriyle halkın konuştuğu çok sade bir dili kullanan yazar, üçlemenin bu ilk cildinde basit bir aşk hikayesini anlatıyor. Tek hayali Kemal'ine kavuşup ustabaşı karısı olabilmek olan Güllü'nün Kemal'ini kaybedişi okura sunuluyor. Aslında 'Güllü'nün yaşadıklarını hak etmediği' düşüncesi romanın her sayfasında aklımızda yer ediyor. Ancak usta yazar, bu düşüncemizi serinin ikinci kitabıyla kırıyor.

Orhan Kemal, Türk romanında “kadın işçi” olgusunu ilk işleyen yazarlardan biri olarak, değişmekte olan toplumsal ilişkilerin niteliğini, geleneksel ilişkilerde var olan bütün acımasız yönleri betimleyerek anlatır. Sömürünün sadece fabrikada patronun, tarlada ağaların tekelinde olmadığını, ucuz kadın ve çocuk emeğinin kullanımında, bizzat geleneksel-feodal aile ilişkilerinin nasıl etkili olduğunu romanın diliyle gözümüzde tekrar canlandırır.

Yazar, kişilerin o ikiyüzlülüğünü, çıkarcılığını her fırsatta dile getirmeye çalışmış. Berber Reşit'in, Kabak Hafız'ın ve daha nice kişilerin ikiyüzlülükleri romanda gerçekçi bir biçimde hayat bulmuş.

Orhan Kemal'in bu kitaptaki üslubuyla ilgili bir sitede bakın neler söyleniyor: "Orhan Kemal’in diğer romanlarında ve hikâyelerinde göze çarpan bir özelliği burada da karşımıza çıkar: Karakterler, anlatım yerine diyaloglarla (yani onları toplumsal ilişkiler bağlamına oturtarak) okuyucu tarafından karşılıklı konuşmaların ‘dinlenmesiyle’ oluşturulur. Bu, bütün estetik metinlerde olduğu gibi romanda da zorunlu olan ‘tamamlayıcılık’ öğesidir. Fakat karakterlerin ‘konuşturularak’ oluşturulması işinin büyük bölümünün okuyucuya bırakılması, Orhan Kemal’in romanlarında, yazarın hem dilin zenginliğini, hem de farklı toplumsal katmanlardaki kullanılma biçimlerine ve anlamlarına hâkim olmasından kaynaklanan bir ustalıktır. Çünkü bir romancı için dilin bütün esnekliğiyle karakterleri anlatmak, ‘çizmek’ görece farklı bir durumdur ve bir yazar ustalığı istediği kesindir; ama onları konuşturmak ise daha büyük ustalık ister! Çünkü yazar, anlattığı karakterleri, soyutlanmışlıktan toplumsal varlıklar düzeyine canlılık katarak indirirken, o karakterlerin konuşmaya başlamasından itibaren onlara toplumsal bir hayat vermiş olur." Bu münasebetle film seyreder gibi kitap okumuş oluyorsunuz.

Romanın bir baskısının arka kapağında da roman için şunlar söyleniyor: "Çukurova'nın zorlu insan ilişkilerini ele alan Hanımın Çiftliği üçlemesinin ilk kitabı olan Vukuat Var, değişen sosyal ilişkilerin insanların yaşamlarını ve bilinçlerini nasıl yönlendirip değiştirdiğini ele alan bir roman. Vukuat Var, toprağını kaybedip yoksullaşan köylülerle gittikçe güçlenen toprak ağaları arasında gerilen ilişkileri ele alırken kadın işçilerin de bu ilişki içinde kimliklerini yeniden oluşturmasına tanıklık ediyor."

Din adamlarının kötü yaşantısı da Kabak Hafız adı altında sembolize edilmiştir. Burada da döneme bir eleştiri söz konusudur.

Son olarak yine bir alıntıya yer vermek istiyorum. Romanda, "Değişen dünya koşullarının Türkiye’deki toplumsal yaşamın dinamiklerine nasıl nüfuz ettiğini romanın dünyasından izleriz. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki tarımda makineleşme hamlelerinin, Çukurova’daki tarımın ve sanayiye olan yansımalarının, çok partili siyasal gelişmelerin ilk yıllarındaki kavram kargaşalarının, geleneksel insan ve toprak ilişkilerindeki büyük dönüşümün ilk habercisi olayların geçiş yeri gibidir, “Vukuat Var” romanının dünyası. Öyle ki, Cumhuriyet’in en başından itibaren, CHP’nin (ve “devrimlerin”) Çukurova’daki yılmaz savunucusu, büyük toprak ağası Muzaffer Bey’in bile, gelinen 1950’li yıllardaki hızlı dönüşümlerin etkisiyle, geçmişe olan ‘imanını’ sorgulama gereği duymasına, idealizmi yerine ‘ekonomik akıl’ın galebe çalmasına şahit oluruz."

Yazımı tamamlarken eseri okumanız için önerimi bir kez daha yineliyorum. Çünkü 400 sayfalık roman öyle hızlı ilerliyor ki romanın bittiğine inanamıyorsunuz. Su gibi akıp geçiyor. Nitekim yazar dahi romanı yirmi günde yazdığını söylemiş. Zaten bu hızda yazılan bir kitabın sıkıcı olması beklenemez. 1950'li yılların sosyal ve siyasi yapısının Adana coğrafyasındaki yankılarını bir aşk hikayesi eşliğinde okumak istiyorsanız kesinlikle okumalısınız derim ben.

Hanımın Çiftliği - Orhan Kemal

Kitabın Künyesi

Yazarı: Orhan Kemal
Sayfa Sayısı: 358
Tür: Türk Edebiyatı

Yayınevi: Everest Yayınları
ISBN: 978-975-289-477-8
Baskı Tarihi: Ekim 2009

Özgün Dili: Türkçe
Fikrim: Hanımın Çiftliği üçlemesinin ikinci kitabı olan Hanımın Çiftliği'ni kesinlikle tavsiye ediyorum.

Arka Kapak - Tanıtım Yazısı


Büyük romancımız Orhan Kemal'in televizyon dizisi olarak da yoğun bir ilgi uyandıran üçlemesi Hanımın Çiftliği'nin ikinci kitabı olan Hanımın Çiftliği, edebiyat tarihimizin en sevilen romanlarından biri.

60'lı yıların sınıfsal çelişkilerinin yetkin bir biçimde ele alındığı bu roman,paranın el değiştirme sürecinde yaşanan sancıları dile getiriyor. İnsanın en soylu duygularından biri olan aşkın soysuzlaştırdığı bir dünyayı anlatan Hanımın Çiftliği, her şeye karşın insanın insanlığına inanan, umut ve aydınlıktan vazgeçmeyen bir yazarın görüşlerini dile getiriyor.

Hanımın Çiftliği, büyük yazar Orhan Kemal'in ustalığının doruklarına ulaştığı bir roman.

Eleştiri Yazısı

Eserdeki konu; Vukuat Var'da biten basit aşk hikayesinin devamı. Fakir bir ırgatken büyük bir çiftliğin hanım ağalığına yükselen Güllü’nün maceraları. Ancak bu roman, Adana, çiftlik, ağa, yanaşma, maraba, burjuva, köylü ve daha birçok şeyin can bulduğu romandır. Türk edebiyatının yapıtaşlarındandır. Topraksız köylüler, başlık parası, aşk... Roman bu gibi pek çok konuya değinir. Pek çok çatışmaya ev sahipliği yapar. Ancak tek bir temel çatışma vardır. Köylü ve ağalar arasındaki kulluk-efendilik çatışmasıdır.

Güllü tökezleyen bir karakter. Romanı okurken, önceleri küçük olup da sonradan kendiliğinden büyüyen hırslarınına yenik düşen Güllü'ye acısak mı kızsak mı bilemiyoruz. Muzaffer Bey ise kadınları sadece birer tutku ve eğlence aracı olarak görür. İşçiye acımaz. Aylık almışlar mı almamışlar mı önemli değildir. Zaten bu yüzden okuyucu Hanımın Çiftliği'nden Kaçak'a geçiş sırasında acımaz ne Muzaffer Bey'e ne de Güllü'ye.

Her yazarın beslendiği bir coğrafya ve toplumsal gerçeklik mutlaka vardır. Hangi estetik gelenek ve etkinlik içerisinde bulunursa bulunsun, yazarın kendi gerçekliğiyle olan teması ya da onu dönüştürerek anlatma ve yansıtma biçiminin ele alınması, sözü edilen toplumsala ait birtakım ipuçları da barındırır. Özellikle Orhan Kemal kendi coğrafyası olan Çukurova'dan çok şeyler almış, eserlerine de bunlardan çok önemli şeyler katmıştır. Dönem özellikleri, toplum yaşantısı, yazarın özyaşam öyküsü, toprak ilişkileri, değişen ekonomik-tolumsal işleyiş, politik gelişmeler, köy hayatı ve dönemsel siyasi ve sosyal çatışmalar, Orhan Kemal'in romanında çokça yer alır. Özellikle de Orhan Kemal’in Çukurova’daki toplumsal ilişkileri anlattığı üçlemesinin de böyle bilgiler çıkarmak için zengin karakter ve olaylar barındırdığı söylenebilir.

Bir internet sitesinde Orhan Kemal'in Çukurova'yı anlatışındaki ustalık şöyle belirtilmiş: "Türk Edebiyatında, Çukurova pek çok yazar tarafından işlendi. Ama Orhan Kemal’in anlattığı Çukurova, sadece geleneksel tarım işçiliği ve büyük toprak sahipliğiyle sınırlı değildir. Ve Çukurova’daki köyün romanı da değildir. Onun anlattığı makineleşme/modernleşme çabalarına paralel, bütün geleneksel ilişkilerin ve egemen yapıların çözülmesi ve dönüşmesidir. Köylülerin bir şekilde tarımdaki geleneksel sömürüyle birlikte, tarıma dayanan sanayide de aynı ilişkilerin ağına düşmesidir; fakat fark, bireyleşmenin nitelikli işgücüyle başlaması ve giderek oluşmaya başlayan bir bilincin akışıdır. Sadece erkeklerin değil, daha güçlü ve acımasız biçimde kadınların ve çocukların sanayide ucuz işgücü olarak kullanılmasının da başlangıcını oluşturur. Süreç, toplumsal değişmelerin diyalektik zorunlu sonucu olarak kendi koşullarıyla biçimlenen bir birey olma ve yarı-bilincin de ortaya çıkması sürecidir."

Bu roman, teneke mahallesi ile ağanın çiftliği arasındaki farkı koymada son derece önemlidir. 'Vukuat Var' romanı, Hanımın Çiftliği'nde devam eden Güllü'nün hayatının bir başlangıcı iken, 'Hanımın Çiftliği' romanı, Kaçak'ta devam eden Habip'in öyküsünün bir başlangıcını teşkil eder ve Kaçak'ta zirve yapacak olan dönemin siyasi eleştirisinin bir başlangıcıdır.

İlk romanda acıdığımız Güllü'ye romanın sonlarında nefrete yakın bir duygu hissediyoruz. Çaresizlik yüzünden çiftliğe gitmeyi kabul eden Güllü'nün hırslarına yenilip Serap olma öyküsüdür aslında bu roman. Onu sürekli döven babasıyla babasının arkadaşı ve akıl hocası Berber Reşit'ten bir nevi intikam alma isteğiydi onu buna yönelten. Ama romanın sonunda yaşanılanlar kötülerin cezalandırılması olarak da nitelendirilebilir.

Orhan Kemal'in yazılarındaki özelliklerinden biri de şu ki roman akışı içinde birden karakterin duygularını karakterin ağzından anlatmaya geçer. Bu romanda da daha ilk sayfadan bunu hissediyoruz. Muzaffer Ağa'nın metresi Gülizar'ın, Güllü'nün çiftliğe gelmesine içerleyişi etkili bir biçimde anlatılmış.

Bu romanda da işçi-ağa arasındaki ayrım dile getirilmiş ancak bunun yanında dönemin zengin muhitinin sosyal yaşamı, çiftlik atmosferi ile birlikte verilmiş. Vukuat Var'da teneke mahallesinin anlatımı ağır basarken, Hanımın Çiftliği'nde zengin hayatının anlatımı daha ağır basmış.

İnsanların ikiyüzlülüğü de bu kitapta da ele alınan konulardan birisi. Kızını döven Cemşir ile arkadaşı Berber Reşit'in hareketlerinin, Güllü, 'hanım' olunca farklılaşması da gözler önüne serilmek istenmiş.

Son olarak da romandaki dilden bahsetmek istiyorum. Kitapta, Adana şivesiyle, Adana'ya has söz öbekleriyle, yöreye özgü tarım terimleriyle süslenmiş bir konuşma dili kullanılmış, Orhan Kemal'in usta üslubunaysa diyecek yok.

Serinin ikinci kitabını da kesinlikle tavsiye ediyorum. Siyasi, sosyal, ekonomik yapıyı da harmanlayan bu eser, dönemi anlamanız açısından eğlenceli bir kaynak olacak.

Kaçak - Orhan Kemal

Kitabın Künyesi

Yazarı: Orhan Kemal
Sayfa Sayısı: 231
Tür: Türk Edebiyatı

Yayınevi: Epsilon Yayıncılık
ISBN: 975-331-831-6
Baskı Tarihi: Şubat 2006

Özgün Dili: Türkçe
Fikrim: Hanımın Çiftliği üçlemesinin son kitabı olan Kaçak'ı kesinlikle tavsiye ediyorum. Serinin devamı olmasına rağmen seriden ayrılan, kendi başına bir roman bu.

Arka Kapak - Tanıtım Yazısı


On yıldır ekip biçtiği sahipsiz toprakları ele geçirmenin yolunu bulan, toprak ağasını öldürürse, topraklarına el koyabileceği umuduna kapılan Habip, cinayeti işledikten sonra ağanın tüm mülkünün varislerine aktarılacağını öğrenince, çiftliği yakarak kaçar. Kanundan saklanabilmek için bir köye, yedi yıldır tek başına çocuğunu büyütmeye çalışan bir kadının yanına sığınır.
İki yalnız ve çaresiz insan arasında büyük bir sevgi doğar. Hacer'e duyduğu aşk Habip'i yumuşatır, duygularını inceltir; şiddete başvurarak, yağma yaparak haksızlığa karşı çıkılamayacağını; savaşmanın başka yollarının da olduğunu anlamasını sağlar.

Orhan Kemal son romanı olan Kaçak'ta, topraksız köylünün çaresizliğini ve yalnızlığını anlatırken bile, sevginin umudu yeşerten iyileştirici gücünü öne çıkarıyor.


Eleştiri Yazısı

Serinin devam kitabı olmasına rağmen Kaçak, başlı başına kült bir roman. Dönemin sosyal ve siyasi eleştirisi bu eserde diğer ikisine göre tavan yapmış diyebiliriz. Yani, her ne kadar serinin devam kitabı olsa da başlı başına serideki kitaplardan ayrı bir kitap olma özelliğine de sahip.

Yazar, 1950 sonrasındaki siyasi yaşantıdan kaynaklanan ayrışmayı çok güzel yansıtmış. Halk içindeki "O muhalif.", "O DP'li" ayrımını, yine halkın konuşmalarıyla bize sunmuş ve aslında Vukuat Var'da başlayıp ikinci kitap Hanımın Çiftliği'nde devam eden bir tenkiti Kaçak'ta zirveye taşımış.

Dönemin sosyal yaşamını da çok iyi betimlenmiş. Örneğin; dönemin eğlencesi sinemaların reklamcılarının sokaklarda dolaşmaları, çocukların oynayışları, köy kahvelerindeki yaşantı çok canlı tasvir edilmiş.

Hanımın Çiftliği hikayesi belli ölçüde devam etse de, Orhan Kemal'in akıcı üslubuyla, kocası tarafından terk edimiş, çocuğuyla yapayalnız kalmış bir kadının öyküsünü de öğrenmekteyiz. Romanda çaresizlik/kimsesizlik duyguları da çok güzel işlenmiş. Orhan Kemal, topraksız kalan köylünün intikam duygularının yol açabileceği olayları anlatmaya Hanımın Çiftliği'nde başlayıp Kaçak'ta devam etmiş ama Kaçak, ana tema itibariyle Hanımın Çiftliği'nden farklı.

Romanın baş kahramanlarından Hacer'in çocukluğu ve gençliğindeki yaşantısına üzülürken kocasının da onu terk edişini okuyunca daha da içleniyoruz. Bir çocuğun babasını hiç görmemesinden kaynaklanan umutsuzluğu, bir gün gelen yabancının babası olduğuna inanması ve o andaki sevinci okunmaya değer. Başka çocuklarda olanlara hep imrenmiş, başkasının üç tekerlekli bisikletlerine binerek büyümüş çocuğun, babası gelince ona da bisiklet alacağına inancı ne kadar güçlü anlatılmış.

Eser, zorla hiçbir şey yapılamayacağı duygusunu da yansıtmayı başarıyor. Ağasını öldüren, çiftliğin yakılmasına önayak olan ve çiftliğin hanımını da tam öldürmek üzereyken çocuğuna bağışlayan yâni bir şeyleri hep zor kullanarak yapmaya çalışan Habip'in değişimine, sevgiyle yoğruluşuna tanık olacaksınız.

Kitabın içinde ders verici özlü söz niteliğinde sözler var. Mesela "Her haklı hakkını haksızdan almak için öldürürmeye kalkışsa, dünyada adam kalmaz!" sözü Habip'in pişmanlıkla karışık hata yapmışlık duygusunu okura vermesi açısından son derece başarılıdır.

Kitap, 1970 yılında yazarın ölümünden üç ay önce çıkmıştır. Orhan Kemal, son kitabı olan Kaçak'ta iyileri ödüllerindirip kötüleri cezalandırarak romantik bir çizgi yakalamıştır. Adam öldürmüş olsa dahi Habip iyi karakter, Topal Duran kötü karakter olarak nitelendirilmiş ve romanın sonuna doğru yaşanan bir olaydan dolayı Duran konuşacak adam dahi bulamaz duruma gelmiştir. Son on sayfaya geldiğimizde romanın artık böyle biteceğine kesin gözüyle bakıyorsunuz ama beş sayfa daha ilerlediğinizde kötülerin bir hamleyle kazandığını düşünüyorsunuz ancak son sayfada işlerin öyle olmadığını yine iyilerin kazandığını görüyorsunuz. Yani usta yazar ölmeden üç ay önce yazdığı son kitabında da okuru son dakikaya kadar canlı tutmayı, şaşırtmayı başarıyor. Vukuat Var'da kötüyü simgeleyenler kazanırken son kitap Kaçak'ta bunun rövanşı alınıyor.

Kısaca üç kitabı toparlayacak olursak, “Vukuat Var”, devamı olan “Hanımın Çiftliği” ve “Kaçak”la birlikte, Çukurova’daki bir dönemin, İkinci Dünya Savaşı sonrasına denk gelen toplumsal değişimin ve dönüşümün belli bir kesitinin romanları olduğunu söyleyebiliriz. Bu eserlerde Orhan Kemal’in zengin dil ve karakter dünyası, okuyucuya çok çarpıcı bir eleştirel-gerçekçi roman dünyası sunar.

Zeliş & Tütün Zamanı:1 - Necati Cumalı

Kitabın Künyesi

Yazarı: Necati Cumalı
Sayfa Sayısı: 255
Tür: Türk Edebiyatı

Yayınevi: Cumhuriyet Kitapları
ISBN: 975-7720-61-5
Baskı Tarihi:
Şubat 2006

Özgün Dili: Türkçe
Fikrim: Urlalı tütün işçilerinin acılarını, Zeliha adlı bir kızın aşkıyla birlikte veren bu romanı okumanızı öneririm.

Arka Kapak - Tanıtım Yazısı


Ertesi sabah tütün kırmaya çıktıkları zaman Zeliş, karşı tarlada Cemal'in tütün kırdığını gördü. Kilizma'ya gitmediğini anladı. Aklına delice bir fikir takıldı. Cemal'e sormak istiyordu: Evlenirlerse, anası, babası, kardeşlerini bırakır mıydı, yoksa bırakmaz mıydı?...

Eleştiri Yazısı

Necati Cumalı, "Tütün Zamanı" genel adı altında düşündüğü üçlemesinin ilk romanı olan "Zeliş"te bir aşk öyküsünü eksen alarak tütün ekicilerinin yaşayışlarını yansıtıyor. Aşkını, ailesine ve çevresine karşı cesaretle savunan Zeliş ve sevgilisi Cemal, aşkları için olağanüstü bir mücadele verirler. Zeliş romanının en güçlü teması “aşk”tır. Roman, aşkı elde edebilmek için uzun, çileli bir yolculuk yapmak gerektiğini, aşkın her türlü zorluğun üstesinden gelebilecek güçlü bir duygu olduğunu gösterir. Aşkın onca kahrına, çilesine rağmen yaşanmaya değer, güzel, tutkulu, heyecanlı, insanı mutlu eden bir duygu olduğunu anlatır.

Necati Cumalı, yoksul, unutulmuş insanlar arasında da birtakım güzelliklerin, güçlü duyguların, heyecanların, aşkların yaşandığını göstermeyi amaçlamıştır. Aslında, "İnsanlar yoksul olabilirler, çaresiz olabilirler, cahil olabilirler; fakat konu aşk olduğunda bu zayıf insanlar bir kaplan kesilirler." demek istemiştir.

Ben, bu romanı "Yüz Temel Eser" içinde olması sebebiyle okudum. Ancak iyi ki de okumuşum. Roman günümüz aşk romanları gibi yalnızca aşkı anlatıp bırakmıyor, dönemin sosyal, ekonomik, siyasi yapısını da gözler önüne seriyor. Çardak yaşamını da okuyucuya başarılı bir şekilde sunuyor.

Necati Cumalı, yine bu romanında 1950’li yıllarda, İzmir’in küçük bir ilçesi olan Urla’da, halkın karın tokluğuna verdiği yaşam mücadelesini, tütün tarlalarında, zeytinliklerde çalışan işçilerin yoksulluğunu, çektiği sıkıntıları, yaşayış biçimlerini, eğlencelerini, aşklarını başarılı bir şekilde yansıtmıştır. Eser bu bağlamda bakıldığında toplumsal sorunlara eğilen realist bir eserdir.

Romanda aşkın dışında işlenen diğer bir tema “yoksulluk”tur. Yazar da, Urla’da çiftçilik yapan bir ailenin çocuğu olduğu için bu insanların çektiği sıkıntıları bizzat yaşamış, yakından gözlemleme imkanı bulmuştur. Bu nedenle, Zeliş romanında yoksul bir ilçe olan Urla’nın 1950’li yıllardaki durumunu, halkın verdiği geçim mücadelesini, açlığı, perişanlığı gözler önüne serer.

Romanda göze çarpan diğer bir tema ise “cahillik”tir. Bu durum, imgelerle anlatılır. Örneğin; Cemal ve Zeliş'in mektuplarını bulan annesi, okuma yazma bilmediği için yalnızca kalp ve çiçek resimlerine bakarak bunların aşk mektubu olduğunu anlar. Necati Cumalı, basit bir mektup örneğiyle 1950’li yıllarda insanımızın eğitim düzeyinin ne kadar düşük olduğuna dikkat çeker. Cahilliğin bir başka boyutu da büyüye inanmadır. Zeliş'in annesi kızını Cemal'den ayırmak için büyü yaptırmaktadır. Bu da cahillik teması kapsamında ele alınan bir konudur.

Roman, dil ve anlatım yönüyle incelendiğinde de oldukça anlaşılır ve çok sade olduğu görülür. Bu da toplumcu - gerçekçi yazarların "halkı halka halkın diliyle anlatma" amaçlarının bir göstergesidir.

Bazı bölümlerde çok rahatsız edici olmasa da yazarın kendi ağzından, ve öyküyle ilgisiz konularda kitaba girmiş olması akışı bozmuştu. Mesela yazar, Zeliş'in babasının kızını kaçıranları şikayet etmek için yazdırdığı dilekçenin anlamsızlığını belirtirken, halkımızın aslında ne anlamsız şeylere edebiyat gözüyle baktığına da sitem etmiş. Buradan yazarın halka kendi fikirlerini yansıtmayı amaçladığı ya da Tanzimat Edebiyatı Döneminden kalma bir tavır takındığı söylenebilir.

Romanla ilgili başka bir olumsuz eleştiri de romanda bölümler arası kopukluklar olmasıdır. Türk Edebiyatı'nın bu usta yazarının ustalığını kanıtladığı bir roman değil bana göre.

Son olarak şahsi fikrimi belirtmem gerekirse roman, üslup bakımından Orhan Kemal'in uslubuna benzemekte, aynı zamanda her iki yazarın da anlattıkları coğrafyalar farklı olsa da zaman dilimleri aynı olduğu için siyasi ve sosyal olaylar da benzerlik göstermektedir.

Kürk Mantolu Madonna - Sabahattin Ali

Kitabın Künyesi

Yazarı: Sabahattin Ali
Sayfa Sayısı: 160
Tür: Türk Edebiyatı
Yayınevi: Yapı Kredi Yayınları
ISBN: 978-975-363-802-7
Baskı Tarihi: 2008

Özgün Dili: Türkçe
Fikrim: Sabahattin Ali'nin okuduğum ilk eseri. Ama 'muhteşem bir başlangıç' diye düşünüyorum. Eserde baştan sona kadar bir tek bölüm bile olmadığı halde hiç sıkılmadan okuyorsunuz. Yazar bölümsüz yazdığı eserinde bağlantıları kusursuzca kurarak usta olduğunu kanıtlıyor. İlk ağızdan anlatılan psikolojik bir roman gibi olan bu eseri mutlaka okuyun.


Arka Kapak - Tanıtım Yazısı

'Her gün, daima öğleden sonra oraya gidiyor, koridorlardaki resimlere bakıyormuş gibi ağır ağır, fakat büyük bir sabırsızlıkla asıl hedefine varmak isteyen adımlarımı zorla zapt ederek geziniyor, rastgele gözüme çarpmış gibi önünde durduğum Kürk Mantolu Madonna'yı seyre dalıyor, ta kapılar kapanıncaya kadar orada bekliyordum.'

Kimi tutkular rehberimiz olur yaşam boyunca. Kollarıyla bizi sarar. Sorgulamadan peşlerinden gideriz ve hiç pişman olmayacağımızı biliriz.

Yapıtlarında insanların görünmeyen yüzlerini ortaya çıkaran Sabahattin Ali, bu kitabında güçlü bir tutkunun resmini çiziyor. Düzenin sildiği kişiliklere, yaşamın uçuculuğuna ve aşkın olanaksızlığına (?) dair, yanıtlanması zor sorular soruyor.

Eleştiri Yazısı

Kısaca tanımlamak gerekirse; Sabahattin Ali'nin insan psikolojisi ve davranışlarını çözdüğünü gözler önüne seren romanı ya da Sabahattin Ali'nin kendi deyimiyle uzun hikayesi (novella). Toplumcu bir yazarın elinden çıkan bireyi konu edinen etkileyici bir roman...

Eserde ana karakter olan Raif Efendi'nin kendi halinde keskin sükunetinin ardında gizlediği hayatını ve sevdiği kadına, kendi tabiriyle Kürk Mantolu Madonna'sına ulaşmak için verdiği tutkulu mücadele anlatılıyor. Eşsiz anlatım, ruha dokunuş, kaybediş, umutsuzluk...

Roman, Dünya Klasiklerine girecek kadar güzel bir dille yazılmış, bugüne değin değeri yeteri kadar anlaşılamamış harikulade bir eser. Eğer daha önce bu kitabı okumamışsanız, edebiyatımızın bu benzersiz romanınından habersiz geçen günlerinize yanın ... Romanın içinde o kadar güzel psikolojik tahliller var ki, bir insanın iç dünyası kelimelere dökülmemiş, adeta resmedilmiş. Maria ile Raif’in sıra dışı aşkını anlatan bu romanın hemen hemen her satırında derin anlamlar var …

Sayfalarında hayata dair her şeyi barındıran ve okurun bakış açısını değiştirecek bir kitap. Okurken ve bittiğinde hissedilen duyguyu anlatmak çok zor ama son sayfayı okuyup kitabı kapattıktan sonra bir müddet öylece kalakalıyor insan!

Raif Efendi'nin çevresindeki herkese boyun eğmiş olmasına, dış dünyaya karşı tepkisizliğine kızarken ruhunun derinliklerinde sakladığı muazzam aşka hayran kalacaksınız.

Romanın başında, iş arkadaşının günlüğünden okuduğumuz kadar tanıdığımız Raif Efendi'yi, kendi defterini okumaya başladığımızda hiç tanımadımızı fark ediyoruz. Aslında tanımadığımızı değil, onun kendini insanlara tanıtmamaya ant içtiğini görüyoruz. Yalnızca derdini, sırrını, üzüntülerini bir defaya mahsus açtığı bir defteri olduğunu öğrendikten ve onu okuduktan sonra asıl Raif Efendi'yi anlıyor daha doğrusu anlamaya başlıyoruz. Aslında herkesin içinde bir Raif olduğunu görmesini sağlıyor bu roman.

Kitabı hakkını vererek okuyacak olursanız içinde felsefi düşüncelerden psikolojik tahlillere, yazıldığı dönemin edebiyat geleneğinden kusursuz çevre tasvirlerine kadar bizi birçok yönden tatmin edecek bölümler bulunmakta.

Şahsen ben kitabı okurken sıkıldığım bir an bile olmadı. Aksine işlerimi çabucak bitirip de okumak için fırsat kolladığım kitaplardan biriydi Kürk Mantolu Madonna.

Kitabı okurken Raif Efendi'nin yalnızlığına mı, çevresindeki insanların ikiyüzlülüğüne mi, aşkına bir türlü karşılık bulamamasına mı yoksa yaşadığı ikilemlere, çıkmazlara, duygu dünyasındaki buhranlara mı üzüleceğinizi bilemiyorsunuz.

Kitaptan çok beğendiğim alıntılardan birine de yer vermek istiyorum ki kitabın ne derece etkileyici olduğunu bir parça da olsa anlayın. '... bu halimizle hepimiz acınmaya layıkız; ama kendi kendimize acımalıyız... başkasına merhamet etmek, ondan daha kuvvetli olduğunu zannetmektir ki, ne kendimizi bu kadar büyük, ne de başkalarını bizden daha zavallı görmeye hakkımız yoktur...'

Açık söylemek gerekirse ben aşk romanlarından pek hoşlanmam ancak bu romana bayıldım. Vıcık vıcık aşk romanlarıyla arasında büyükçe bir seviye farkı var, üslup farkı var. Raif Efendi'nin tarifsiz aşkını anlatırken Raif Efendiye kendi iç dünyasında kopan fırtınaları da anlattırmış. Fırtınaları anlattırıken Sabahattin Ali, ciddi ruhsal çözümlemeler de yapmış. Böyle olunca tabi ki eşsiz bir aşk romanı çıkmış ortaya...

Kitabın giriş bölümünde Füsun Akatlı, yazarın hayatıyla ilgili çarpıcı ayrıntıları barındıran bir önsöz yazmış. Kitaba başlamadan önce onu okumanızı tavsiye ederim. Onu okuyunca göreceksiniz ki Sabahattin Ali, Edebiyat dünyasında birçok yazar, eleştirmen ve okuyucu tarafından ayrı bir yere sahiptir ve hep öyle kalacaktır.

Kitaptan, Raif Efendinin defterinden, bir alıntıyla yazımı bitirmek istiyorum. Bu cümleden dahi Raif Efendinin içindeki fark edilme arzusunu sezebilenler kitaptan büyük zevk alacaklardır diye düşünüyorum.
"İnsanlar birbirlerini tanımanın ne kadar güç olduğunu bildikleri için bu zahmetli işe teşebbüs etmektense, körler gibi rastgele dolaşmayı ve ancak çarpıştıkça birbirlerinin mevcudiyetinden haberdar olmayı tercih ediyorlar."

Nietzsche Ağladığında - Irvin D. Yalom

Kitabın Künyesi

Yazarı: Irvin D. Yalom
Orijinal Adı: When Nietzsche Wept
Çeviren: Aysun Babacan
Sayfa Sayısı: 374

Tür: Dünya Edebiyatı
Yayınevi: Ayrıntı Yayınları
ISBN: 975-539-146-0
Baskı Tarihi:
2008

Özgün Dili: İngilizce
Fikrim: Edebiyatla da düşünülebileceğini gösteren muhteşem bir eser. Zaman zaman kavramların anlamını yitirdiğini görüp bu kitap ışığında kendinizi sorguladığınızı hissedeceksiniz. Mutlaka okunması gereken eserler arasında...


Arka Kapak - Tanıtım Yazısı

Yoğun ve sürükleyici olan yeni bir düşünce romanı sunuyoruz: Nietzsche Ağladığında. Edebiyatla da düşünülebileceğini gösteren müthiş bir örnek...

Sahne
Psikanalizin doğumu arifesindeki 19.yüzyıl Viyana'sı. Entelektüel ortamlar. Hava soğuk.

Aktörler
Nietzche: Henüz iki kitabı yayımlanmış, kimsenin tanımadığı bir filozof. Yalnızlığı seçmiş. Acılarıyla barışmış. İhaneti tatmış. Tek sahip olduğu şey, valizi ve kafasında tasarladığı kitaplar. Karısı, toplumsal görevleri ve vatanı yok. İnzivayı seviyor. Tanrıyı öldürmüş. 'Ümit kötülüklerin en kötüsüdür, çünkü işkenceyi uzatır,' diyor. Daha sonra 'kendi alevlerinizde yanmaya hazır olmalısınız: Önce kül olmadan kendinizi nasıl yenileyebilirsiniz?' diyecek. Ümitsiz.
Breuer: Efsanevi bir teşhis dehası. Ümitsizlerin kapısını çaldığı doktor. Psikanalizin ilk kurucularından. Kırkında, bütün Avrupalı sanatçı ve düşünürlerin doktoru olmayı başarmış. Güzel bir karısı ve beş çocuğu var. Zengin. Saygın. Hayatı boyunca 'ama' pozisyonunda yaşamış biri.
Freud: Breuer'in arkadaşı. Henüz genç. Geleceği parlak. Şimdi yoksul.
Salomé: Erkeklerin başını döndüren kadın. Çekici. Özgür. Evliliğe inanmıyor. Bazen aynı anda birçok erkekle beraber oluyor. Sanatçıları ve düşünürleri tercih ediyor. Kırbacı var.


Konu
Ümitsizlik.

Bir gün, erkeklerin başını döndüren kadın Salomé, Nietzsche'den habersiz Breuer'e gelir. 'Avrupa'nın kültürel geleceği tehlikede, Nietzsche ümitsiz. Ona yardım edin,' der. Breuer Salomé'yi tekrar görebilmek umuduyla 'peki' der.
Ve varoluşun kader, inanç, hakikat, huzur, mutluluk, acı, özgürlük, irade... ve neden, nasıl gibi en önemli duraklarından geçen bir yolculuk başlar...

Kendisiyle ve hayatla yüz yüze gelmekten çekinmeyenlere...


Eleştiri Yazısı

"Alman felsefesi tehlikede. Nietzsche intihar etmek üzere. Doktor Breuer, onu ümitsizliğinden kurtarın..."
Lou Salomé, kararlılıkla söylediği bu sözleriyle Breuer'i 'Tamam' demek zorunda bırakır. Ancak Breuer'in işi çok zordur. Çünkü Nietzsche'nin migrenini tedavi eder gibi görünürken aslında onu ümitsizlikten kurtarması gerekmektedir. İşte bu, romanın başlangıcıdır. Sonrasında Breuer, Nietzsche'nin iç dünyasına girmekle uğraşsa da Nietzsche buna izin vermez ve Nietzsche tam Viyana'dan ayrılmaya karar vermişken Breuer'in aklına çok güzel bir fikir gelir: Breuer, Nietzsche'nin migrenini iyileştirirken, Nietzsche de Breuer'i ümitsizlikten kurtaracaktır! Breuer, başkasının ümitsizliğini tedavi eden Nietzsche'nin içten içe kendisinin de iyileşeceğine inanmıştır. Görünüşe göre Breuer ümitsiz değildir. Ancak Nietzsche ile konuşma tedavisi uygularken aslında ümitsiz ve saplantılı bir insan olduğu ortaya çıkacaktır. İşte bu tedavi süresince ortaya çıkan tartışmalar, sizi de derinden etkileyecek ve size artık kendinizi sorgulamanın zamanının geldiğini hatırlatacak. Sonlara doğru 'zaman' kavramının kaybolması ile kitap okuduğunuzu unutarak zihinsel alemlerinizde bir yolculuğa çıkacaksınız.

19. yy Viyanasını ve soğuk - yağmurlu havaları çok güzel betimleyen yazar, gerçek karakterleri kendi kurgusunda bir araya getirerek harika bir eser çıkarmış. Sigmund Freud'un rüya incelemelerini, psikanalizin doğuş aşamalarını, Freud'un hipnoz tedavisini ve Freud ile Breuer'in tartışmaları esere kurgu dışı bir tat katmış. Tıp tarihinde önemli bir yeri olan ve Josef Breuer'in Anna O. -gerçek adıyla Bertha Pappenheim- sayesinde ilk kez uygulayıp geliştirdiği tedaviden de kitapta söz edilmiş.

Kitabın sonunda kendi hikayesini bir sır gibi saklayan Nietzsche de, Breuer'in Bertha'ya duyduğu platonik aşkını anlattığı gibi, kendi aşkını -Lou Salomé'ye olan büyük aşkını- itiraf eder ve işte o anda kitaba da adını veren büyük olay yaşanır. Ateist, gururlu Nietzsche ağlamaya başlar. Salomé ise Nietzsce'yi ağlatan kadın olarak tarihe geçer.

Romanın kurgusu bir yana, okuduktan sonra Nietzsce'nin sözleri aklınızda yer edecek. Nietzsche'nin kitaplarından yapılan alıntıları dönüp tekrar okuma ve özümseme ihtiyacı hissedeceksiniz.

"Niceleri kendi zincirlerini çözemezler de, dostlarının azatçısıdırlar."
"Kendi alevinle yakmaya hazır olmalısın kendini: Önce kül olmadan nasıl yeni olabilirsin ki?"

"Ümit, kötülüklerin en kötüsüdür, çünkü işkenceyi uzatır."
Friedrich Nietzsche

Çalıkuşu - Reşat Nuri Güntekin

Kitabın Künyesi

Yazarı: Reşat Nuri Güntekin
Sayfa Sayısı:
432

Tür: Türk Edebiyatı 
Yayınevi: İnkılâp Kitabevi
ISBN: 975-10-0012-2
Baskı Tarihi:
2007

Özgün Dili: Türkçe
Fikrim: İdealist öğretmenlerin önemini, aşk teması etrafında veren  bu güzel eseri mutlaka okumanızı öneririm.

Arka Kapak - Tanıtım Yazısı

Çalıkuşu, Reşat Nuri Güntekin'in en yaygın ününü kazandığı ilk romanı. Romanda, iyi öğrenim görmüş bir İstanbul kızının, Anadolu'nun çeşitli köy ve kasabalarında öğretmen olarak yaşadığı serüven anlatılır.
Dekorun yer yer büyük bir güç taşımasına karşın, Çalıkuşu duygusal bir sevgi öyküsüdür. Serüven yönü ağır basan bu romanda, kişilerin duygu dünyaları, ülke gerçeklerinden soyutlanmadan verilir. Çalıkuşu, her yaştan insanın rahatlıkla okuyup sevebileceği önemli romanlarımızdan biridir. Feride, güzel insanların sevgilisidir. Çalıkuşu bir ışıktır...


Eleştiri Yazısı

"Sen yine bir parça benimdin, ben bütün ruhumla senin..."
Çalıkuşu, İpekböceği, Gülbeşeker, Fındıkkurdu yani Feride günlüğünü böyle bitiriyordu. İlk ve tek sevdiğine son bir seslenişle artık güncesine son noktayı koyuyordu.

Çalıkuşu, Türk Edebiyatının en güzel romanlarından biridir. Roman, defalarca okunulası bir roman olmakla birlikte okunan her yaşta insana farklı hazlar verir farklı şeyler katar. Nitekim Atatürk cephede dahi kitabı elinden bırakmamış ve her gece rastgele bir yerini açıp birkaç sayfa okurmuş. Romanda Reşat Nuri Güntekin, içindeki öğretmenlik aşkını, idealistliğini Feride karakteri altında verir. Ayrıca bunu aşk teması ile de bağdaştırarak duygusal bir sevgi öyküsüne dönüştürür. Bunu da ilk ağızdan -Feride karakterinin ağzından- günlük şeklinde başarıyla kaleme alır.

Kaçıncıya okursanız okuyun, bir gece ansızın köşkü terk eden Çalıkuşu'nun Anadolu'daki yalnızlığı içinize oturuyor. Nedendir bilmem, her okuyacak bir şey bulamayışımda, Çalıkuşu'na sığınırım, Gülbeşeker'e üzülürken bulurum kendimi.

Roman, günlük konuşma diliyle yazılmış ve bu yüzden geniş halk kitleleri tarafından beğeni kazanmıştır. Yazarın, olayları ülke gerçeklerinden ve eserin yazıldığı zamandan soyutlamadan ele alması sebebi ile, o zamanları göremeyenler için bir takım yabancılıklar görülebilir. Örneğin o zamanlarda çok popüler olan Fransızca terimler ve eski Osmanlıca kelimeler sıkça kullanılmıştır. Buna rağmen yazarın anlatımındaki sadelik ve akıcılık bu yabancı kelimelerin anlamlarını kendiliğinden ortaya koymakta, hiç olmazsa çok zor anlaşılacak noktalar bırakmamaktadır.

Tasvirlerin de oldukça fazla olması, hatta kitabın önemli bir bölümünü işgal etmesi, okurun, kendisini olayların içinde gibi hissetmesini sağlamaktadır. Özellikle insanın ruh halini mükemmel benzetmelerle tasvir eden yazar, bunu yaparken tabiat güzelliklerini, tabiat olaylarını sıkça kullanmıştır. Mekân tasvirleri ise okuru adeta olayların içine alıp, o mekânlarda yaşatmaktadır.

Yayınevi, eserin sonuna çok güzel bir sözlükçe bölümü koymuş. Böylece eserin orijinalini de bozmadan bilmediğimiz kelimeleri anlamamıza imkan sağlamıştır.

Kan Gölü - Tess Gerritsen

Kitabın Künyesi

Yazarı: Tess Gerritsen
Orijinal Adı: Blood Stream
Çeviren: İlkin İnanç
Sayfa Sayısı: 488

Tür: Popüler Roman - Bestseller
Yayınevi: Martı Yayınevi
ISBN: 978-605-5872-58-8
Baskı Tarihi:
2009
Özgün Dili: İngilizce
Fikrim: Tess Gerritsen'in heyecan dolu üslubunu hissedebileceğiniz bir kitap. Okurken hem korkutuyor hem düşündürüyor hem de heyecanlandırıyor.


Arka Kapak - Tanıtım Yazısı

Dr. Claire Elliot, Locust Gölünün sakin sularının kenarında huzurlu bir tatil kasabası olan Tranquility'yi görür görmez genç oğlu Noah'ı metropolün tehlikelerinden uzak tutabileceği ve babasının ölümünün açmış olduğu yaraların kapanabileceği bir yer olduğuna karar verir. Ne var ki kışın başlamasıyla beraber Claire'in kariyerini tehlikeye sokan bir haber gelir: hastalarından biri, genç bir çocuk, akıl almaz bir katliam gerçekleştirmiştir. Claire'le beraber bütün Tranquility'nin yakında fark edeceği gibi, bu olay kasabanın gençleri arasında hızla yayılacak bir cinayet salgınının yalnızca başlagıcıdır. Kasabanın gençleri çığırından çıkıp da kasabanın büyükleri onu suçlamaya başlayınca, Claire korkunç bir gerçeğin farkına varır: kasaba bu garip şiddet salgınıyla ilk kez sarsılmıyor! Görünüşe göre, Tranquility'nin çocukları her elli yılda bir, cinayet işlemeye varacak şiddet gösterilerinde bulunuyormuş. Claire bütün bunların altında tıbbi bir açıklamanın yattığını düşünür ve Locust Gölünün korkunç bir tehlike barındırdığına inanmaya başlar. Tranquility'yi -ve kendi oğlunu- tehlikeden korumak için elinden geleni yapmaya kararlıdır.

Eleştiri Yazısı

Eserde Tranquility adlı kasabadaki Locust Gölünde yüzen gençlerin elli yılda bir tekrarlanan öfke nöbetlerine yakalanıp öldürme eğilimlerinin artması ve Dr. Elliot'un on dört yaşındaki oğlu Noah'ı korumak için bunu araştırması anlatılıyor. Yazar bunu da akıcı üslubuyla çok da güzel başarıyor.

Eserin genel olarak ana düşüncesine bakarsak; bir annenin oğlunu korumak için her türlü zorlukla savaşıp her türlü engeli aşmasıdır. Ancak eserin bir diğer ana düşüncesi de; bazı kimselerin, kendi menfaatleri için bir sürü insanın hayatını tehlikeye atmaktan hiç çekinmemesidir.

Eser dil ve anlatım bakımından son derece sadedir. Ancak bu roman sonuçta tıbbi bir macera romanıdır. Bu nedenle de bazı tıp terimleri eserin kurgusunu tamamlamıştır. Bunların da açıklamaları verilmiştir.

Eser, betimlemeleriyle insanda o yerlerde yaşıyormuş hissini vermesi ve insanı sıkmaması sebebiyle çok başarılı bir eserdir. Ayrıca da yazarın eski bir dahiliye uzmanı olması sebebiyle aralara bilimsel ve tıbbi terimleri serpiştirmesindeki ustalık sebebiyle esere "Bir sanat eseridir." diyebiliriz. Okurken göreceksiniz ki yazar, çoğu normal vatandaşın bilmediği birçok bilimsel kelimeyi yazıda eğreti durmasını önleyerek romana yedirmiş.

Son olarak da, eser çok sürükleyici bir eser. Romanı okurken boş zamanım olsa da okusam diye can atacaksınız. Yani kısaca okuması için herkese öneririm. Ancak yalnızca bu kitabı değil, tüm Tess Gerritsen romanlarını.

İnternette okuduğum ve de katıldığım bir alıntı yaparak sözlerimi bitirmek istiyorum. "Kan Gölü kitabının sevdiğim yönü, diğer kitaplarda olduğu gibi baştan sıkıcı ve sonradan açılan bir kitap değil. Daha ilk sayfadan okuyucuyu kendisine esir ediyor. Tıbbi gerilim yazarlığında Tess Gerritsen sanırım tam bir usta."

Hayatım... Otobiyografi - Agatha Christie

Kitabın Künyesi

Yazarı: Agatha Christie
Orijinal Adı: An Autobiography
Çeviren: Azize Bergin
Sayfa Sayısı: 608
Tür: Anı & Biyografi

Yayınevi: Altın Kitaplar Yayınevi
ISBN: 978-975-21-1062-5
Baskı Tarihi:
Nisan 2009
Özgün Dili: İngilizce
Fikrim: Macera dolu öykülerin sahibinin de maceralı bir hayat öyküsü olsa gerek ve gerçekten de öyle. Bence muhteşem bir kitap. Kesinlikle okumalısınız.


Arka Kapak - Tanıtım Yazısı

Agatha Christie (1890-1976), tüm dünyada Polisiye Romanlar Kraliçesi olarak anılır. Kısa hikâyeleri ve sahne oyunlarının yanında yüzden fazla roman yazmıştır. Eserleri İngiltere'de bir milyar kopyanın üstünde satmıştır. Ayrıca, yüz farklı dile çevrilen eserleri, tüm dünyada yüz milyonlarca kopya satmıştır. Bu nedenle Christie, edebiyat tarihinde en çok satan romancı sıfatını almıştır.

Otobiyografi, yazarın ölümünden bir yıl sonra yayınlanmış bir çalışmadır. Eserde, yazarın sıradışı yaşam öyküsü ilk ağızdan gözler önüne serilmektedir.

Agatha'nın çocukluk yılları, yaptığı evlilikler, II. Dünya Savaşı'nda tanık olduğu olaylar, ikinci kocası Max Mallowan ile çıktığı arkeolojik kazı serüvenleri ve bir yazar olarak yaşadığı hayat deneyimleri bu kitapta oldukça özgün bir dil ve yaklaşımla anlatılmaktadır.

Onun efsanevi başarı öyküsü, yazdığı polisiye romanlar kadar ilginç ve sürükleyicidir.

Eleştiri Yazısı

Öncelikle şunu söylemeliyim ki: Eğer Agatha Christie hayranıysanız bence daha fazla zaman kaybetmeden kitabı almalısınız.

A. Ömer Türkeş'in, Radikal Gazetesinde yazdığı 'Ölüm Düşesi Kendini Anlatıyor' başlıklı yazısında da "Bir yazarın otobiyografisini okurken hayatıyla yazdıkları arasında bağlar kurmak, karakterlerinin hayatındaki karşılığını aramak kaçınılmazdır. Agatha Christie'nin otobiyografisi bu konuda büyük bir hazine sunuyor meraklısına. Christie, pek çok yazarlık sırrını da ifşa ediyor." dediği gibi eser, yazarın hayatındaki birçok kesiti öykülerinde nasıl ve nerede kullandığını anlatan çok değerli bir kaynak niteliğinde.

Türkeş'in yazısından bir pasaj daha okuyalım: "Tam on beş yıl süren ve yazarın hayattayken yayımlamadığı otobiyografik notları yayıncısı tarafından aradaki kopukluklar biraz olsun giderilmiş olarak derlenip yayına hazırlanmış. Okuyucular aradaki kopukluklardan ve yazarın hayatının kalan on bir yılının eksikliğinden dolayı huzursuzluk hissedebilirler. Bu huzursuzluğu sonsöz bölümünde şu sözlerle gideriyor Christie: 'O zamanlar neler yazdığıma baktım ve tatmin oldum. Yapmak istediğimi, yaptım. Uzun bir yolculuktaydım. Bu pek de geçmişe yapılmış bir yolculuk değil, daha çok ileriye yolculuk sayılmalı. Zaman ve yer kavramlarıyla kısıtlı kalmadım. Dilediğim yerlerde oyalandım, hatırlamak istediklerimi hatırladım, özellikle de nedense anlam taşıyan saçmalıklarımı sıraladım. Biz insanlar, böyle yaratılmışız. Ve şimdi yetmiş beş yaşıma geldiğime göre, durmanın tam zamanı diyorum. Çünkü hayat söz konusu olduğunda, söyleneceklerin hepsi bu kadar. Şimdi ödünç zamanla yaşıyorum, bekleme odasında, eninde sonunda gelecek çağrıyı bekliyorum. Sonra, bundan sonrakine geçeceğim, tabii o da her ne ise."

Agatha Christie'nin yaşam öyküsünün anlatıldığı bu romanın sonunda da resimlerle desteklenmesi çok güzel olmuş. Kitabın son söz bölümünü okurken ve resimleri incelerken duygulanıp gözlerinizden damla damla yaşların akacağını, içinize bir şeyin saplanacağını ve sizi etkisi altına alacağını göreceksiniz.

Yazar, eserine Irak'ta Asurluların başkenti Calah'ın bugünkü adı olan Nimrud şehrindeki tek göz odalı, kapısındaki tabelada Beit Agatha (Agatha'nın Evi) yazan kulübede başlıyor. Başlama nedenini ise "Avucunu derinlere daldırıp bir avuç anıyı gün yüzüne çıkarmak olduğunu' söylüyor ve giriş bölümünde diyor ki " Bir detektif hikâyesi yazmam gerekiyor, ama yazarlar doğal olarak kendilerinden beklenenin yerine, başka ne olursa yazmayı yeğlerler. Ben de birdenbire kendi yaşam öykümü yazmaya heveslendim; bana dediklerine göre de eninde sonunda herkes bu tutkuya kapılırmış. Bu tutku benim de birdenbire benliğimi sardı." İyi ki de sarmış benliğini ve böylece on beş yıllık bir serüvenden sonra bu muazzam eser ortaya çıkmış.

Toplumda daha doğrusu eleştirmenler arasında 'Agatha Christie sanat eseri yazamaz.' diye yaygın bir kanı var. Ancak bu eserde sanat eseri olmanın tüm kriterleri var ve eser her açıdan sanat eseridir. Bu nedenle eser böyle diyenlere çok ağır bir yanıt niteliğinde. Yazar, kendini kronoloji kıskacına kaptırmadan yalın ve rahat bir dille yazmıştır.

Eseri Azize Bergin'in yaptığı çeviri yönüyle incelersek eserde dil, çok sade ve anlaşılır. Bazı teknik terimler, Fransızca bölümler ve çok bilinmeyen kelimeler alt kısımda dipnot olarak verilmiştir.

Son olarak; tam on beş yıl boyunca yazım aşaması süren ve en sonunda da yazar tarafından "Yetmiş beş yaşımda artık durmanın tam zamanı" denilerek bırakılan eseri mutlaka okumanızı öneririm. Ancak çok kişinin okumayacağını da bilirim. Çünkü çoğu kimse bir yazarın kitaplarını yazarkenki hisleriyle ilgilenmez. Yazılan kitabın güzelliği yeter onlara. Derinlemesine düşünmez çoğu kişi. Ancak, bir yazardan hem de edebiyat tarihinde en çok satmış yazar olarak tarihe geçen bir yazardan yine onun diliyle yazarlık tecrübelerini dinlemek, eserlerini hangi düşüncelerle ve nasıl yazdığını, karakterlerini oluştururken kimlerden esinlendiğini, yayınevlerinin tarihe geçmiş bu yazarın ilk kitabını nasıl geri çevirdiklerini, yayınlamayı kabul edenlerin ise ona hiç denebilecek bir miktarda telif ödemelerini ve yaşadığı acı tatlı olayları dinlemek... Bunlar muhteşem hislerdir. Yine A. Ömer Türkeş'in yazısından bir bölüme daha bakalım. "...Mekânlar; Ashville’deki ev, İngiliz kırsalının sakin atmosferi, sonra uzak diyarlar Avustralya, Şark Ekspresi’nin geçtiği topraklar, Irak, Mısır izlenimleri okuyucuları için çok tanıdık gelecek. Özellikle hayatının her anında dilinden düşmeyen Ashville’deki ev. Christie polisiyelerinin büyük çoğunluğunun İngiliz kırsalında geçmesinin nedensiz olmadığını hatırlatıyor. Soylu, ya da zengin sınıfa mensup insanların evleridir anlattığı. Bu evleri, bu insanları içeriden yazdığı hemen anlaşılıyor." Buradan da anladığımız gibi Agatha Christie eserlerinde hayatından kesitleri de bolca kullanmıştır. Seslenişleriyle, fikirlerinin ve tecrübelerinin anlatıldığı bu roman yazarın cinayet konulu polisiye eserlerinden o kadar farklı ki... Ayrıca yazar romanı istediği yerden kesmiş, o bölüme kendi fikirlerini ve aklına gelen misalleri yazmış. Yine belirtiyorum ki romanın kronoloji mengenesine girip sıkıcılaşmasına asla izin vermemiş. Yazar romanında; "Poirot’un neden Belçikalı olduğundan tutun da Hercule ismine layık görülmesine, Miss Marple’ın yaratılış nedenine, roman kişilerinin fiziksel görünüşleriyle isimleri arasındaki uyuma, romanlarındaki İngiliz sömürgelerinden dönen ordu mensubu ve muflis aristokratların kimlerden esinlenerek yaratıldığına, polisiye roman için uygun bulduğu karakter sayısına kadar pek çok yazarlık sırrını ifşa eden Christie, suç ve ceza, katil ve kurban hakkındaki düşüncelerini de belirtmiş." diyor Türkeş.

Ve yazısını şöyle bitiriyor: "20. yüzyılda yaşamasına rağmen doğduğu 19. yüzyılın İngiliz hanımefendisi karakteristiğini yansıtan Agatha Christie’nin anılarını okuduktan sonra kanlı ve kaba öldürme sahnelerine neden hiç rağbet etmediği sorusu da siliniyor aklımızdan. Yazmaktan çok yaşamayı seven bir kadın için ‘Ölüm Düşesi’ lakabı şimdi hiç sevimli gelmiyor..."

Bizans'ın Son Günleri - Yannis Kordatos

Kitabın Künyesi

Yazarı: Yannis Kordatos
Orijinal Adı: Ta Teleutaia Chronia Tis Byzantinis Autokratorias
Çeviren: Muzaffer Baca
Sayfa Sayısı: 93
Tür: Tarihî

Yayınevi: Alkım Yayınları
ISBN: 975-337-150-0
Baskı Tarihi:
2006
Özgün Dili: Yunanca
Fikrim: Yanlı bir tarihçilik anlayışını benimseyen ırkçı bir yazarın elinden çıkmış kötü bir kitap olarak nitelendirdiğim bu eseri önermiyorum.


Arka Kapak - Tanıtım Yazısı

Bu araştırmamla tarihi gerçekleri yerine oturtmak istiyorum. Tarihçilerimiz Bizans İmparatorluğu'nun dağılış ve çöküş nedenlerini çarpıttıkları gibi, dini çekişmelere dayandırdıkları birçok asılsız bilgiyi de okuyuculara yansıtıyorlar. İstanbul'un Türkler tarafından fethiyle ilgili, tamamen yalanlar üzerine inşa ettikleri bilgileri okuyucuya aktararak gerçekleri gizliyorlar.

Bu kitapta sunacağım belgeler bütün bu iddiaları susturacak niteliktedir. İstanbul'un fethini hamasi propaganda malzemesi olmaktan çıkarıp, tarihteki yerine yerleştirmenin ve gerçekleri olduğu gibi yansıtmanın zamanı gelmiştir.

Yannis Kordatos Ekim 1931


Eleştiri Yazısı

Eserde İstanbul'un Fethi yani Bizans İmparatorluğunun yıkılışı öncesi Bizans ve Osmanlı İmparatorluklarının durumu (Bizans'ın kuruluşu ve şâşâlı günleri), Bizans'taki mezhep kavgaları ve ekonomik çöküş anlatılmıştır. Bizans dahilinde fetih ve sonrasında da fethin dünyadaki yankılarına da değinilmiştir.

Eser bilimsel bir dille Bizans'ın Fethinin neden ve sonuçlarını, oluşunu yansız bir şekilde anlatmak için yazılmıştır. Buna rağmen Yunan yazar ırkçılığına yenik düşmüş kitabı yazma amacı ve kitabın ana düşüncesinden tamamen uzaklaşmıştır. Kişiler ve olaylar gerçektir. Dipnotlar da bunu kanıtlar niteliktedir. Ancak yazarın bazı olayları çarptırarak yansıttığı da değişmez bir gerçektir. Özellikle fethin gerçekleşmesinin anlatıldığı 'İstanbul Nasıl Fethedildi?' adlı bölümün aşırı derecede çarpıtıldığı, abartıldığı ve bilgilerinin yanlış olduğu apaçık. Fatih'in İstanbul'u anlaşmayla ve kapıların Bizans'taki imparator muhalifi ayrılıkçılar tarafından açılmasıyla aldığını söylüyor. Yazar her ne kadar da "Objektif yazdım." veya "Gerçekleri ortaya çıkaracağım." dese de ayrıca dipnotlar verse de yazdıklarının tarihsel gerçeklerle örtüşmediğini görüyoruz.

Eleştiri yazımı noktalarken eseri çeviri bakımından da inceleyeceğim. Çeviriye kısaca 'anlaşılır' diyebiliriz. Ayrıca da bazı kelimelerin Yunanca asıllarının da verilmesi güzel olmuş.

Kendini Arayan Adam - Halit Ertuğrul

Kitabın Künyesi

Yazarı: Halit Ertuğrul
Sayfa Sayısı: 93
Tür: Dinî ve Tasavvufî
Yayınevi: Nesil Yayınları
ISBN: 978-975-408-165-7

Baskı Tarihi: Ekim 2009
Özgün Dili: Türkçe

Fikrim: Okumanızı önermem. Eserin bir reklam ürünü olduğuna inanıyorum. Dili de çok ağır ve hiç edebî değil.

Arka Kapak - Tanıtım Yazısı


Kendini Arayan Adam; yaşanmışın romanıdır. Aynı zamanda inançsız ruhlarda saklı kuşkuların, açmazların, sıkıntıların ve inkardan kaynaklanan bunalımlarında hikayesi...
Kendini Arayan Adam; yazarımızla tanışıyor. Kuşkularında geçen tartışmalar sonucu nihayet İslamla kucaklaşıyor. İslamla kucaklaştığı yerde huzurla tanışıyor.

Sonuç: bir hayatın daha mana kazanması. Ve inkarla geçen bir ömürde kaybedilen güzelliklere ulaşma gayreti... İnsanın insana sunabileceği en iyi eser yine insansa, bu kitap, bir insanı kazanmanın metodunu sunuyor. Kendini Arayan Adam; insanca tereddütlerin yumak yumak işlendiği bir hayat hikayesidir.


Eleştiri Yazısı

Tasavvuf konusunda tecrübe sahibi ya da en azından tasavvufî eserleri okuma fırsatı bulmuş insanları kesmeyecek bir kitap ... Zaten kitabın önsözünde de ortaokul ve lise öğrencileri için yazıldığını okuyabilirsiniz. Ancak yazar böyle bir kitapla çocukları bile kandıramaz. Kısaca bu kitap günümüzde herkesçe bilinen bir cemaatin propagandasından ibaret.

Hikaye doğal değil aksine son derece yapmacık. Yirmi beş - otuz yılını bir ideal uğruna harcamış olan ve profesör olmuş bir insanın birkaç saatlik bir otobüs yolculuğunda her şeyi silip atması, çok çabuk ajite olması insana fıkradan da komik geliyor.

Bu kitabı gözyaşlarıyla bitirdim diyenlerin aksine ben bu kitabı kahkahalarla gülerek bitirdim. O kadar komik. Daha doğrusu insanların artık bunlarla kandırılacağını düşünmek acınası bir durum. Trajikomik... Bana kalırsa kitabı kesinlikle tavsiye etmiyorum. Bu kitabı tamamen bir vakit kaybı olarak görüyorum.

Kitap oldukça basit, oldukça taraflı, bir o kadar da yanlış. Zira, bir kere Türk halkının çoğu gibi komünizmi din karşıtı bir ideoloji sanan Ertuğrul, ateistliği, komünistliği ve anarşistliği birbirine karıştırmış. Çünkü Müslüman birinin de Komünist olması mümkündür. Ne yazık ki hâlâ, Marksizm, Sosyalizm, Komünizm kavramları halkımız tarafından anlaşılamadı. Bu gibi kavramları kulaktan dolma bilgilerle ve desteksiz yazılan kitaplarla, okumadan araştırmadan kafa yormadan karalayıp çöpe atıyorlar. Vaziyete baktığımızda, insanlarımızın kalıplarından kurtulmaları daha çok uzun yıllar alacağa benziyor. Ayrıca; Ertuğrul'a bu kavramları çok iyi araştırmasını tavsiye ediyorum.

Kafası dinî - tasavvufî konularda karışmış, arayış içinde olanlara böyle çocuksu ve komik hikayeler okuyacaklarına Mevlâna'nın Mesnevî'sini ve de son derece basit anlatımla Allah aşkını işleyen Yunus Emre'nin şiirlerini tavsiye ediyorum. Öğrencilerin beyinlerini yıkamaya ve onları cemaatlere sevk etmeye yönelik kitapları hiç onaylamadığımı da belirtmek istiyorum.

Ayrıca kitabın hemen hemen her yerinde verilen kaynağa baktığınız zaman kitabın bir reklam ürünü olduğunu anlıyorsunuz. Sonuçta din ile ilgili bir kitap yazılacaksa o dinin kutsal kitabı kaynak olarak kullanılmalı. Ben bu kitap gibi kitapları hiç kimseye tavsiye etmem. En azından bu gibi kitapları okumazsanız cemaatlerin beyin yıkama çalışmalarına maruz kalmamış olursunuz.